Untitled Document
 MÜMİNLERİN BİLGİSİNE 
 GÜNÜN AYET-İ KERİME'Sİ:
Meryem: Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir? dedi. Melek: Öyledir, dedi; (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelde olup bitmiş) bir iş idi. (Meryem-20-21)

 GÜNÜN HADİS-İ ŞERİF'İ:
Kim bir mü'mini bir münafığa (gıybetçiye) karşı himaye ederse, Allah da onun için, Kıyamet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu, kıyamet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından paklanıp) çıkıncaya kadar hapseder.

 GÜNÜN SÖZÜ:
Aldatan insan, arzuları tarafından aldatılan insandır.
 
 FAYDALI SİTELER 
 
 SİTEDEKİ ZİYARETÇİLER 
Şu an sitede, 7 ziyaretçi ve 0 üye bulunuyor.

 
 ZİYARETÇİ SAYACI 
Pazartesi89
Salı92
Çarşamba86
Perşembe84
Cuma37
Cumartesi84
Pazar72
Toplam:328255
En Çok:581
 
http://www.siraceddin.com - Tasavvuf - Mukaddime

    

TASAVVUF



Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adı ile...

Tasavvuf, İslâm'ın Hakikatidir.

Emsalsiz örnek, ulu ve kâmil insan Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Rabb'ine kavuşmak ve O (CC)'na yakın olmak üzere, kendisine düşen vecibeyi yerine getirerek vefat etmişti. Sulûk ve ahlâkını, mezhebi ile birlikte canlı tutmak ve yaşatmak için bizlere terk etmiş, ilk hayatını böylece özel ve son mührü ile mühürlemişti. Fakat konuşmaları, ahlâk ve sıfatları, güzel şemaili ve meziyetleri korunmuş, ne yok olmuş ve ne de silinmiştir. O (SAV)'nun aziz ve temiz eshabının sıfat ve ahlâkları da emsalsiz bir örnek olarak kalmış, özellikle zühd, takva, korku, emniyet, fakirlik gibi meziyetleri, İslâm'ın kuvveti ile birleşmiş, akidelerinin sağlamlığı, cihaddaki cesaret ve üstün kahramanlık sıfatları ile İslam'a örnek olmuşlardır. Nitekim Yüce Allah (CC) Feth Sûresi'nin 29. Âyet'inde:

"Muhammed Resulullah, Allah'ın elçisidir, onun beraberinde bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rûkûa varırken, secde ederken, Allah'tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınır" buyurmakmaktadır.

Kaside-i Bürde'nin sahibi de Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e şu iki beyitlik şiiri söylemiştir:

O Resul-ü Ekrem ki, karnına taş bağladı açlık sebebiyle,
Ve taş altında toplayıp büktü, yan tarafındaki mübarek cildini.

Onun nefsinden rağbet görmek için altın muhtevalı yüce dağlar, huzuruna gelip madenlerini arzettiler.
Fakat O, onlara rağbet etmemekle, daha yükseklik gösterdi.

Daha sonra dört halifesi gelmiş, adımlarını O (SAV)'nun attığı adımdan bir karınca boyu dahi ileri atmamışlar, şaşmadan O (SAV)'nu izlemişlerdir. Böylece İslâm'ın iz ve işareti açıklığa kavuşmuş, fikrî ve amelî yönden kemâl derecesine erişmiştir. Tabiatıyla, bundan sonra ince ve yumuşak, helâl olmayan bir hayat belirmiş, yemeklerin en nefisi ve şarabın en lezzetlisi yavaş yavaş ortalığa hakim olarak İslâm âlemine doğru kaymağa başlamıştı. Daha sonra zâlim bir kral türemiş, ümerânın köşklerinde, hizmetkâr ve cariyelerin elleriyle nefis yemekler ve lez-zetli şaraplar sunularak hayâsızca, aşikâre, hiç çekinmeden, kadınlarla yakınlık oluşmuş; kadın şarkıcılar, yüksek sesle terennüm ettikleri şarkılarla ortalığı bambaşka bir hayat tarzına çevirmişler; bu hayat tarzı ile İslâm'ın farzlarını yerine getirmekte, sünnet ve nafileleri eda etmekte gevşeklik ve tembellik başlamıştı.

Bu hal, İslâm'ın cihad düşüncesini kısmen gevşetmiş, düğümleyip oturtmuştu. Daha sonra ve ilk olarak, sâlih kişiler, bu gibi davranış ve fiilleri reddetmiş; bu sebeple, sınırlara doğru göç başlamıştı. Göç edenler, kılıçların gölgesi altında, elleri atlarının eğer ve yularlarında olarak hayatlarını sürdürmeye başlamışlardı. Güçlü Kitab'ın Enfâl Sûresi'nin 60. Âyet'inde, Hakk Teâlâ (CC):

"Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları hazırlayın" buyurmaktadır.

Bu direnişin sonucu olarak cömertlik, binicilik ve silâh kuşanmak gibi hasletler unutulmaya başlanmış ve atlarının bağlı olduğu yerde oturmak durumunda kalmışlar, böylece İslâm fütuhatında bir duraklama peydah olmuş; Müslümanlar, kendi aralarında anlaşmazlığa düşerek birbirleri ile mücadele etmek durumunda kalmışlardı. Daha sonra, yerlerinden uzaklaşanlar, İslâm'ın kök saldığı yerlere dönmeye başlamışlardı. Az sonra zâhidlik gelmiş, tasavvuf kemâle ermiş, insanlar, tasavvufu bir diğerinden görüp bu yola girmeğe heves etmiş ve beğenmeye başlamışlardı. Bu durumu tesbit eden bir şair, bu konu üzerine şu şiiri söylemiş-tir:

İnce elbise giymekten daha sevimlidir,
Gözümü aydınlatan abayı giymek.

Tasavvuf şöyle başlar: İlkten kaba ve sert yünlü elbise giyerek, hayatını iki siyahla sürdürmeye azm eder. Tasavvufun kaynağı, bizatihi Kur'ân-ı Kerim ve Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in hayat tarzından; eshabının huşûundan, tâbiinin takvasından, zâhidlerin hayatından alınmıştır. Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılan şudur ki, tasavvuf, Allah (CC)'a iman etmek, Allah Resulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in yolunu izlemek, güzel ahlâk ve sıfatlarla bezenmek, yasaklananlardan uzak kalmaktır. Tasavvufun İslâm'a uygun olduğuna dair birçok isbat ve delil bulunmaktadır. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'den, Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in sünnet-i şerifinden alınmıştır. Özellikle Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in fiil ve ikrarından alındığı gerçektir.

Al-î imrân Sûresi'nin 164. Âyet'inde, Yüce Allah (C.C):

"And olsun ki Allah, inananlara, ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab ve hikmeti öğreten kendilerinden bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuştur. Hâlbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler" buyurmaktadır.

Ve yine Mâide Sûresi'nin 35. Âyet'inde, Allah (CC):

"Ey inananlar! Allah'tan sakının, O'na ulaşmaya yol arayın, yolunda cihad edin ki, kurtulasınız" buyurmaktadır.

Ve yine Nahl Sûresi'nin 98-99-100. Âyetler'inde, Yüce Allah (CC):

"Kur'ân'ı okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Doğrusu şeytanın, inananlar ve yalnız Rablerine güvenenler üzerine bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu, sadece onu dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerinedir" buyurmaktadır.

Şu cihet iyi bilinmeli ki, Kur'ân-ı Kerim'de, tasavvufa ışık tutan birçok parlak iz ve işaretler vardır.

Hadisler'e gelince; Sahih-i Müslim'de, sağlam senedlerle anlatılan hususlar vardır. Örnek olarak zikir ehlinin Hadis'idir ki: "Yüce Allah (CC), meleklerine: 'Ey meleklerim! İnsanların işledikleri suç ve hataları afv ettiğime sizler şahid olun' diye hitap buyurduğunda, meleklerden biri: 'Bunların arasından biri var ki, bunlardan değildir; bir işi var ki bunların arasına katılmıştır' der. Hakk Teâlâ (CC), meleğine: 'Evet, bunların arasına katılıp oturanı da, diğerleri üzülmesin diye, mağfiretime kavuşturdum' buyurur. Yine melekler: 'Ey Rabbimiz! Filânca kul da hatalıdır. Bunların arasına girip oturdu' derler. Hakk Teâlâ (CC), meleklerine: 'Bu topluluk üzülmesin diye, onun da suç ve hatalarını sildim' buyurur."

Ve yine bir Hadis'te: "Yüce Allah (CC) içime bir şey akıtmadı ki, ben de onu Eba Bekr'in göğsüne akıtmış olmayayım" buyrulmuştur.

Ve yine bir Hadis'te: "Nefsimi elinde tutana yemin ederim ki, içinizden biri iman ederse, ben, ona çocuğundan, babasından, hatta bütün insanlardan sevimli gelirim" buyrulmuştur.

Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Hazret-i Ömer (RA) ile ilgili bir Hadis'inde: "Ey Hattab'ın oğlu! Nefsimi elinde tutana yemin ederim ki, senin yürüdüğün yolda şeytan ansızın seninle karşılaşmaz ki, o da ansızın yolunu değiştirmiş olmasın" buyurmuştur.

Ve yine bir Hadis'te, Hazret-i Osman (RA) Rıdvan beyatında iken, Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kendi elini kerametli eli ile işaret ederek: "Bu, Osman'ın elidir" diyerek, sol eline vurmuştur.

Ve yine diğer bir Hadis'te, Hazreti Ali (K.V.) hakkında: "Ben, hikmet eviyim. Ali ise kapısıdır" veya diğer bir rivayete göre de: "Ben, bir beldeyim. Ali ise kapısıdır" buyurmuşlardır.

Böylece, yukarıdaki Hadisler'de anlatıldığı gibi, göğsüne akıtılan imanın sahibi Hz. Eba Bekir (RA), şeytanın geçemeyeceği yolun sahibi Hz. Ömer (RA), biat eline sahip Hz. Osman (RA), hikmet evine bekçilik yapan Hz. Ali (RA), risalet kaynağının muin (kolaylaştırıcı) kâsesinden akan saf ve temiz sudan kana kana içip susuzluklarını gideren, Hakk'a yaklaşan ve sağlam bir ipe tutunan ulu kimselerdi. Bunların hidayeti ile sen de hidayete yönel. Onların yolunu izle.

Ve yine bir Hadis'te: "Beni sevenlere, benim meclisimde oturanlara, beni ziyaret edenlere, benim için her şeyini feda edenlere sevgim vacip (gerekli) olmuştur" buyurmuşlardır.

Tasavvufun varlığı hakkında, tasavvuf ehlinin kitaplarında birçok yazı ve açıklamalar bulunmaktadır. Her şeyin aslı, Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in söz ve fillerinden veya eshabının ve tâbiinin bizzat kendisinden aldıkları ilimden gelir. Şimdi sizlere soruyorum, böyle iken, hangi Sahabi veya Tâbiin zahid değildir? Ve bu ulu kişilerde, Allah (CC) korkusu ve Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e bağlılık yoktur, denebilir mi? Nitekim peygamberler babası Hazret-i İbrahim Halil Aleyhisselâm, ilahî hakikat ve marifete erişmek üzere göklerin ve yerin yaratılması düşüncesine dalmış, her şeyden sıyrılıp uzaklaşmıştı.

Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, peygamberliği tebliğ edilmeden önce âdeti hilâfına, her şeyden uzak kalarak Hira dağındaki mağaraya girip bir ay veya daha uzun müddetle kendini ibadet ve düşünceye verip istiğraka dalması sonucu, açık iman yolunu kazanmıştı. Bu açık iman yolunu kazanmada, cehd ile tasavvuf yolunu seçmişti. Bu yol, enbiya ve evliyânın, sâlih ve âriflerin nurlu ve güzel yoludur. Açık iman yolu, yani tasavvuf, güçlü bir bağ, yani akide, yüksek ahlâk, doğruluk, nefisle cihaddır. Bunların tümü, ilâhî kelâm olan Kur'an-ı Kerim'den alınmıştır.

Ey Müslüman kardeşim! Kur'an'ı oku, bu kitabın manâ ve kavramını açıklayanı dinle. Nitekim İlâhî Kitab'ın Bakara Sûresi'nin 273. Âyet'inde, Yüce Allah (CC):

"Sadakalarınızı, Allah yolunda kendilerini adayıp yeryüzünde dolaşamayanlara, hayâlarından dolayı kendilerini tanımayanların zengin saydıkları yoksullara verin. Onları, yüzlerinden tanırsın" buyurmaktadır.

Allah (CC)'ın rızası üzerine olsun, İmam-ı Şâfî (RA) Hazretleri'nin sözlerine kulak ver!

Üzerimde öyle bir elbise var ki,
Bir paraya satılsa, bu bir para daha kıymetli gelir.
O elbisenin içinde öyle bir nefis var ki,
Tüm insanların nefisleriyle mukayese edilse, az gelir.

İşte bu zat, her türlü maddî nesneden uzak, temiz bir tasavvuf ehlîdir. Duyarlı, itaatli, ibadetinde kendini yok olmuş bilen kişidir, onun duası geçerlidir.

Cahil odur ki, iman sahibi bir kimsenin nefsinde büyüklük, yücelik görür de bu özelliklerin maddî zenginlikten ileri geldiğini zanneder. Güçlü Allah (CC)'a and içerim ki, cahilin zenginlikle itham ettiği kimse, Allah (CC)'ın yarattığı en fakir, en ince, en nazik, en mütevazı bir kuldur.

Şayet tasavvufun köklerim dikkatle arayıp izleyecek olursak, tasavvufun, İslâm'ın fecri (sabahı) ile dûhası (kuşluk) ile öğlesi ile başladığını öğreniriz. Tasavvuf, ilkten eshabın büyüklerinden ve tâbilerden başlamıştır. Büyük âlimlerden İmam-ı Şâfî, Hasan-ı Basrî, Câbir bin Hayyam, imam Cafer-i Sâdık gibi zatlar, mutasavvıflardır. Allah (CC)'ın rahmeti üzerlerine olsun.

İslâm düşüncesi olgunlaştıktan sonra ilim ve korku, takva ehlinin yolu olmuştur. Böylece feth edilen memleketlerde kelâm, akâid, felsefe gibi ilimler yayılıp taşmıştır. Gerçek bir Müslüman, ilim susuzluğunu gidermek ve Allah (CC)'a yaklaşmak için ilim kaynağından içeceğini içer. Yenilgiye ve yanılgıya düşmüş milletlerin ahlâk ve sıfatları ile sıfatlanan Müslüman bir kimse, dünya ve ahiretini ziyan etmiş olur. Ne yazık ki İslâm âlemi, İslâm'ın doğru yolundan ayrılarak tehlikeli yola düşmüş ve sapıklığa yönelmiştir.

Sofi Kelimesinin Taşıdığı Mana

Arapçadan gayri manalardan uzaklaşalım. İslâm tasavvufunda sofî, mana yönünden, yünden gelir. Yünlü elbise giymek, dünya sevgisi ve muhabbetini bırakmak demektir. Şiddetli soğuk havalarda ve şiddetli sıcaklarda, insanı koruyan en güzel giyimdir. Ayrıca insanı günahtan korumaya, zâhidliğe, nefsi yasaklardan uzaklaştırmaya, hatta huşûnete (sertliğe alıştırma) delâlet eder. Davarların, özellikle koyunların sayısının insan nüfusundan fazla olduğu günlerde, yünün iplik haline getirilmesi, örülmesi ve kumaş haline getirilmesi, büyük bir külfet sayılmazdı. Nitekim yünlü elbise, oturmak, uyumak, yürümek, namaz kılmak gibi türlü davranış ve hareketlerde, insana kolaylık verir. Bu gibi elbiselerin alınması, temizlenmesi, dayanıklılığı, yıpranıp yenilenmesi yönünden birçok kolaylıklar vardır. Mutasavvıf bir kimseye, bu sıfattaki elbiseden gayri hangi elbise lâyıktır?

Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in mescidinde, kendilerini dünya zevki ve lezzetinden uzaklaştıran ve gizleyen, incelişe yönelen sıfat ehlinden gençler vardı ki, haklarında, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e vahy inerdi. Nur Sûresi'nin 37. Âyet'inde, Hakk Teâlâ (CC):

"Bunları ne ticaret, ne alış veriş Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyar. Bunlar, gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar" buyurmaktadır.

Sofi kelimesi, şiddet ve zahmete katlanma, yeme ve içmeyi azaltma, nefisle mücahede etme, ilim ve ibadet ehli olma, safa ve saffet (itinâ ve temizlik) ehli olma gibi manâları da kapsar.

Müslümanların Bugün Tasavvufa Olan İhtiyaçları Hakkında

Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, bir Hadis'inde: "Yüce Allah (CC), beni ilimle hidâyet için gönderdiği gibi, bir topluluğun bulunduğu yere bulutlar göndererek o yeri sular ve orada türlü sebzeler bitirir. Bir topluluk da suların toplanması için sun'i göller yapar. Yüce Allah (CC), toplanan sularla, orada oturanlara yarar sağlar, bu sudan içmelerini ve yerleri sulamalarını temin eder. Ve yine başka bir topluluk da, yerleri düz olduğundan, suyu bir araya toplayamaz ve arazileri çorak kalır, sebze ve yeşillikten yoksun kalır. Bu topluluğun durumunu: 'Allah (CC), Beni öğren ve öğret diye gönderdiği halde, başlarını kaldırmayıp hidayeti kabul etmeyenler' e benzer" diye örnek olarak belirtmişlerdir.

Nazarını İslâm'ın vatanına çevirecek olursan, Müslümanlar'ın mallarında bir eksiklik göremezsin ama birleşmede, birlik olmada, yekdiğerine yaklaşmada, kardeşlikler tesis etmekte ve en önemlisi ahlâk konusunda noksanlıklar görürsün. Bu sebeple Müslümanlar'ın tasavvuf ahlâkına, tarikatın usul ve adabına ne ölçüde şiddetle ihtiyaçları olduğunu anlar, ıslahları için bir mürşide muhtaç olduklarını kavrarsın.

Tasavvuf, İslâm dinini koruyacak bir kap olduğundan, bu yolun temizlik ve durumunun korunması gerekir. Bu yolu koruyanların, ahlâksızlardan ve bunların yapacakları şerlerden uzaklaşması, nefsi emmârelerini baskı altında tutmaları ile gerçekleşir. Zira nefis, daima kötülüğe eğilimlidir; bu sebeple nefsi emmâre, uyanıklık ve uyarının durak yeridir. Bu durağa hâkim olmak ve işlenecek bir suçu reddetmek, ceza görmek korkusundan değil, Allah (CC) sevgisinden mahrum kalma korkusundan olmalıdır. Zira Bakara Sûresi'nin 165. Âyet'inde, Yüce Allah (CC):

"İman edenler, Allah'ı en çok sevenlerdir" buyurmaktadır.

Hal böyle iken mutasavvıfın akidesinde, kelâm ehlinin derinliğinde, mantık ehlinin de isbat ve burhanında iman yatar, keza hayatında iman rahatlığı, bir Müslüman'ın beraatidir. Temiz topraktan yaratılmış insanın kalbinde, dünya sevgisiyle bulaşmamış iman temizliği yatar. Açıkça diyebilirim ki, bir ümmet elinde İslâm risalesi gibi bir risale varsa, hayatında iffete, kalbi temizliğe ve elinde, gözünde, karnında, dilinde, cisminde, giyiminde, kuşamında, içtimaî mesleğinde temizliğe itina ve ihtiyacı vardır. Tasavvuf, acaba bu saydıklarımızdan başka bir şey midir? Tasavvuf, Allah (CC)'ın kullarına verdiği nimetleri atarak yükselmeye çalışmak ve Yüce Allah (CC)'ın buyruklarına karşı çıkmak mıdır? Ey Müslüman kardeşim! Tasavvuf, ne helâl olan bir şeyi haram kılmak ve ne de malı ziyan etmek ve güzel yemeklerden ve içeceklerden kerahat duymak değildir. Zira zâhidlik, israf etmeden Allah (CC)'ın rızası yolunda malı harcamaktır. Ve yine tasavvufun manâsı tembellik, sadakalarla hayatı sürdürmek, ilim ve medeniyetin elde ettiğini reddetmek, ilim ve sanatın meydana getirdiği şeyleri bırakmak, değildir. Yalnız bunların peşinde hırsla koşmamayı ve kanaatli olmayı gerektirir.

Hayatlarını apaçık fısk ve fücurla sürdürenlerin, gelmiş geçmiş sâlih kimselere dilleriyle tecavüz ettiklerini; küfrü benimseyen ve kendi dinini terk eden bazı kimselerin, Yahudilerin, Hıristiyanların, Mecusîlerin gönüllerini hoşnut etmek için onlara kolaylık göstermekte ve yanlış doğru her şeylerine göz yummakta olduklarını, onlarla yakın dostluklar kurduklarını duymuş ve görmüş bulunuyorum. Eskiden Müslümanlar, tasavvufu inkâr edenlerin, tasavvuf yolunu kötüleyip yaralayanların, asılsız sözlerle velileri ve tasavvuf ehlinin güzel amellerini kötü göstermeğe teşebbüs edenlerin, şeriatın yasakladığı ağır söz ve hakaretlerle küfürde bulunanların tarafını tutmazlardı. Bu gibilerin hareket ve davranışları sapıklık, aldanış ve boşboğazlıktan başka birşey olmayıp; ilimle uğraşıp çalışacakları yerde, bu gibi uğraş ve davranışları marifet, hüner ve kazanç sayarak yeni fikir ve akide alanı meydana getirmelerinde kayıpları vardır.

Eski ve yeni kitaplarda, bunlara yarar sağlayan bâtıl fikirleri besleyici yağlı maddeler ile kasten kitaba sokulmuş her türlü te'vile müsait söz ve haberler bulunmasından yararlanarak, tarikat ehlinin insanlara getirdiği iyilik ve faziletleri unutup, onları kötüleyip teşhir etmekten geri kalmamışlardır. Ve yine bu gibilerin bid'atlarından biri de, şayet sen iddia ve düşünce sınırını aşarak köklü bir hüccet ve isbatla onlara karşı çıkar, şahid-i gâib hakkında şahadeti ölçüsünde gerçeği gösterirsen, o vakit onlar sana: "Evet, hayatta olan bu gibilerin Müslüman olanlara yardım ve yararları inkâr edilemez, bu kişiler, Allah (CC)'tan korkan sâdık, mü'min, hiçbir leke ve eksikliği olmayan güzel huylu ve ahlâklı kimselerdir" deyip, tenkitlerinin büyüklere değil, bu yolu izleyen ve bu yoldan sapan müridlere ait olduğunu söylerler. Diğer yönden, durmadan gelip geçen selefler ve sâlih kişiler hakkında yalan söz ve haberler yayıp, onların bu güne dek izleri görülen düşünce ve ilim yönünden, insanlara ne derece hizmet ve yarar sağlamış olduklarını unutmuş görünürler.

Bu gibiler, sözde müsteşrik adı verilen müjdeci şeytanlardan ve müstemlekecilerden, Müslümanlar arasında şüphe ve zan kazanının ne suretle kaynatılacağını ve yine İslâm'ın dal ve budağına taarruz etmektense, daha iyi sonuç verecek olan kök ve akaidine hücum etmeyi öğrenmişlerdir. Başlangıçta düşünce, yani kültür kalkınması ile sınai kalkınmayı ele almışlar, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e, Kur'an-ı Kerim'e, dört halifeye, içtihad sahiplerine, bu ümmetin bilginlerine, sâlih kişilere, fâkıhlara ve evliyâlara zâlimce hücuma geçmişlerdir. Fakat bütün gayret ve çabaları boşa gitmiş, İslâm yerinde kalmış, kökleri derinleşmiştir. Böyle olunca yeniden taarruza geçmişler, bu kez tasavvufa ve sâlih kişilere yönelmişlerdir. Bir taşla iki kuş vuracaklarını zannederek, bir yandan Müslümanlar'a bildirilecek buyrukları durdurup kesmeye başlamışlar, diğer yandan özellikle yeni yetişen kuşağın bilgisiz gençlerinin akıllarına, düşüncelerine, inanışlarına yalan, hile ve desise ile fesat sokarak, gençlerin zihinlerini bulandırıp beslemeye başlamışlardır. Bizansvarî bir deyim olan yumurtanın mı tavuktan veya tavuğun mu yumurtadan ya da her ikisi de Allah (CC)'tan mı çıktığı gibi gülünç iddia, soru ve sözlerle ortalığı bulandırmaya çalışmışlardır.

Bu gibi manen ve maddeten aşağılık kimselerin nazarında bu hususun isbat ve burhana ihtiyacı olduğunu ileri sürerek, Müslümanlar'ı birbiriyle uğraşmaya yöneltmiş, kendileri seyirci kalarak, din düşmanlarının taarruzu karşısında kendilerini korumak için düşmanlarla bu gibilerin arasında bir anlaşma olmadığından, bitaraf olarak olaylara seyirci kalmayı tercih etmişlerdir. Bunlar, koyu bir Müslüman gibi davrandıkları ve Allah (CC)'a ve mukaddesata hürmetkâr olduklarını gösterdikleri halde, ne insanlara yarayacak ilimleri ve ne de onların müşkülât ve ızdıraplarına köklü bir yaklaşımları olmadığı için ellerinde, soru ve iddialarını ispat edecek burhan ve delilleri yoktu. İşlerini yürütmek için insanları başıboş, şaşkın bir halde bırakarak, gösteriş olarak acıya düşüp de feryâd eden herkesin arkasından koşarcasına yürür, her titreyenden ürker, her nesneden hatta kendi gölgesinden dahi çekinir, hiçbir zaman ruhî huzur ve rahatlık duymazlar.

İşte bu, ilâhî bir sırdır. Diğer fikrî mezheplere ve sapıklığa saplanmış farklı putperest din ehline gelince -ki İslâm'la bir ilişkisi olmayan- bunlar, ruhları ve şeytanları davet edip tasdik etmek, gaipten dem vurmak, taş atmak, avuca bakmak, yıldızlarla ve kahve fincanlarıyla geleceği okumak ve buna benzer aklın kabul etmeyeceği ve her yönden dinen sakıncalı hususları izlerler ve sayıları milyonları bulmaktadır.

İslâm'dan gayrî mezhep ve tarikat sahipleri ile dinlerinden dönenler, sahip oldukları inanışı övmekte ama bunlara, inançlarının aleyhinde kimse bir şey söylememektedir. (A.Ş.) adında hintli bir devlet vekili, telif ettiği bir kitapta ineği takdis etmiş, kitabını bu konu üzerinde yazdığı halde, kimseden kitaba tenkid gelmemesi hususu dikkatimi çekmiştir.



Başa Dön

Allah Dostu Şeyh Muhammed Osman Siraceddin-i Sani Hazretleri (KS) web sitesi.
PHPNUKE ©