Untitled Document
 MÜMİNLERİN BİLGİSİNE 
 GÜNÜN AYET-İ KERİME'Sİ:
İnkâr edenler: Bu (Kur`an), olsa olsa onun (Muhammed`in) uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir, dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır. (Furkan-4)

 GÜNÜN HADİS-İ ŞERİF'İ:
Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mes'ûldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes'uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes'ûldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes'ûldür.

 GÜNÜN SÖZÜ:
Ruhta doğan sevgi, aşk; nefste doğan sevgi ise şehvettir.
 
 FAYDALI SİTELER 
 
 SİTEDEKİ ZİYARETÇİLER 
Şu an sitede, 7 ziyaretçi ve 0 üye bulunuyor.

 
 ZİYARETÇİ SAYACI 
Pazartesi78
Salı86
Çarşamba99
Perşembe59
Cuma92
Cumartesi66
Pazar67
Toplam:328765
En Çok:581
 
http://www.siraceddin.com - silsile - Şeyh Muhammed Osman Siraceddin (KS)'nin Sohbetleri
HAZRET-İ ŞEYH MUHAMMED OSMAN SİRACEDDİN (KS)'İN SOHBETLERİ - 2


Siraceddin ailesinin büyükleri, maişetlerinin teminini ve dervişlik hayatlarını bir arada yürütmeyi, dün nasılsa, bugün de aynı şekilde devam ettirmektedirler, Zira hal ve vakitleri yeterli insanlardır. Din hizmetlerini hiçbir vakit aksatmamışlardır. Bu aileden çıkan âlimler, talebeler, ziyaretçiler, hanegâha gelip, gedenler, her zaman tasavvuf ve dervişlik gereği kanaatli olmayı, takvayı, zahidlik ve fakirliği kendilerine prensip edinmişler; Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in sıfat ve şemâil-i şeriflerine bürünerek sünnet yolunu titizlikle izlemişlerdir.

Bir zamanlar bölgemizde şiddetli bir kıtlık baş göstermişti. Büyük dedem Siraceddin (K.S.), hanegâhta bulunan ziyaretçilere ve orada temelli ikamet edenlere şöyle bir tavsiyede bulunmuştu: "Şimdi kıtlık vardır. Kendi geçimini buradakinden daha iyi bir şekilde temin edebilecek varsa, evine veya memleketine gitmesini tavsiye ederim, boş yere nefsini açlığa mahkûm etmesin." Hanegâhta bulunanların hepsi birden: "Bizler buradan ayrılacak değiliz, gitmeyeceğiz. Bir parça ekmek ve bir avuç dut kurusu ile karnımızı yarı doyursak dahi bize yeterlidir. Buna kanaat ederiz, bizler burada kendimizi beslemek, nefsi şehvetlerimizi güçlendirmek için bulunmuyoruz. Şeyhimizden ricamız şudur ki, kendisi bizlere Yüce Allah (CC)'ın rıza yolunu göstersin, ruhi ve manevi gıdamızı temin etsin, huy ve ahlâkımızı yüceltsin, fakirlik, kanaat, açlığa karşı direncimizi takviye etsin. Bizlere ne lâyıksa onu öğretsin, nefsanî rezillikleri ne türlü öldüreceğimizi, mutluluk ve başarı yolunu nasıl bulacağımızı bize göstersin" demişlerdi.

Pederim Hazret-i Alâeddin (K.S.), neyi varsa fakirlikten korkmadan, yalnız Allah (CC)'ın rızasını kazanmak için hanegâha gelen misafirlere, ziyaretçilere harcardı. Bu sebeple Yüce Allah (CC), O'na, yaptıklarının karşılığı olarak kerametleri ihsan buyurmuştu. Bir gün bazı akarlarının onarılması için Seh Reşivi Sakz yakınında bulunan Gülçiyder köyüne gitmişti. Bu sırada kalabalık göçer toplulukları hayvanlarını otlatmak ve yazı geçirmek üzere buraya gelmişlerdi. Bunların çoğu kendisine intisab eden müridler idi. Bu bölgenin ileri gelenlerinden olan ve herkesçe bilinen bir zata, pederim: "Efendim, mazeretimi lütfen kabul buyurun. Belki de cesaretimi terbiyemin noksanlığına isnad edeceksiniz. Irak'tan gelen bu göçerlerde çok kıymetli asil atlar bulunmaktadır. Bunlardan size lâyık asil bir tayı ne fiyata olursa olsun, satın almanızı tavsiye ederim" der. O zat da çok güzel ve asil bir tayı yüksek bir fiyatla satın alır. Tayı satan kimse oradan ayrılıp gider.

Bu mıntıka yaylamsı, dağlık, kayalık, engebeli, derin meyilli uçurumları olan bir kesimdir. Tayı satın alan zat, tayını yerine götürürken, tay, orada bulunan derin bir uçuruma düşer. Hayvanın başı vücudunun altında kalmış bir durumda cansız bir halde bulunur. Zira tayın boynu kırılmıştır. Bu zat geriye denerek babama gelir, üzüntüsünü bildirdikten sonra, atı satanın arkasından birini gönderip verdiği paranın hiç olmazsa bir kısmım geri almasını ister. Babam üzülerek: "Nasıl olur, adam sattı gitti. Satış muamelesi resmen son bulmuştur, parayı nasıl geri alabiliriz ?" der. Üzgün bir halde başını elleri arasına alarak murakabeye dalar. O anda karşısında mübarek dedesi Hazret-i Siraceddin (K.S.)'i görür; kendisine, üzülmemesini Cenab-ı Hakk (CC. )'tan bu tayın canının iadesini temenni ettiğini söyler. Bir müddet sonra mübarek pederim henüz murakabeden başını kaldırmadan, adamın biri uçuruma düşen tayın kımıldadığını bağıra, bağıra söyleyerek gelir. Bu ses üzerine mübarek pederim kendine gelmiş. Oraya gidenler tayı yerinden kaldırmışlar yalnız hayvanın boynu zedelendiğinden eğri bir halde kalmış. Zamanla tay güçlenmiş, pederim de Allah (CC)'a hamd ve şükürde bulunmuş. Evliyaların güç ve kudretleri Allah (CC) vergisidir, zira onlar gerekirse atılan okları geriye çevirirler.

Yine pederim Hazret-i Şeyh Alâeddin (K.S.)'den duymuştum:

Gerco köyünde, elli yaşında bir zat vardı. Bu adamın çocukları olmuyordu. Bir gün üzüntülü bir şekilde hanegâha gelerek, Yüce Allah (CC)'ın kendisine bir çocuk ihsan etmesi için babamdan dua etmesini ister. Şayet isteği yerine gelirse hanegâha hizmet için bir katırı hediye edeceğine söz verir. Pederim kendisine lüzumlu tâlimatla birlikte yazılı bir dua verir. Az bir zaman sonra imkânsız olduğu halde, bu zatın hanımının hamile kaldığı anlaşılır. Adam, karısı gebe kalınca, şeytana uyarak katırı hanegâha vermekte tereddüt eder ve hatta satar. Hakk Teâlâ'nın güçlü kitabının Tevbe sûresinin 75. ayetinde:

"Aralarında 'Allah bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız' diye O'na and verenler vardır" buyurulmuştur.

İşte bu olayda da şeytan, bu adamın aklına girerek, sadaka olarak katırdan başka bir şey vermesini adamın kafasına sokup onu aldatmıştı. Adam, katırı sattığından dolayı, bu davranışı herkesçe ayıplanır. Adamcağız utancından sattığı katırın parasını bir o kadar daha ekleyerek hanegâha gönderir. Fakat rahmetli pederim parayı kabul etmeyerek iade eder ve vaad ettiği katırı isteyerek, şöyle konuşur: "Ben, kendisinden bir şey istemedim. Kendi, işi olursa gönül rızasıyla vermek üzere hanegâha bu adağı adadı. Katırı vermediği takdirde, çocuk annesinin karnında kalacaktır" der. Bu zatın hamile karısı, Allah (CC)'in cezası olarak, çocuğu doğuramayıp dört sene karnında taşımıştı. Adamcağız dört yıl sonra nedamet ve korku içinde kalarak hanegâha gelir ve babamdan yardım ister. Babam da: "Artık çocuk için benden dua isteme, eşinin kurtulması için iste" der ve eşi için dua eder. Aynı gece adamın karısı ölü bir çocuk doğurarak gerçek bir ölümden kurtulmuş olur.


Başa Dön



Muhterem validemin iki erkek evlâdı vardı. Biri ben, diğeri Mevlâna Halid idi. Kardeşim Mevlâna Halid tarikat ehli, takva sahibi, salih bir kişidir. Baba ve atalarımızın yolunu izleyen temiz duygulu bir şahsiyettir. Özellikle ondan bana eziyet ve zahmet verecek bir fiiliyat görmediğim gibi, beni kıracak, gönlümü bulandıracak bir sözün de ağzından çıktığını duymadım. Gayet basiretli ve terbiyeli idi. Aynı zamanda şair olup güzel şiirleri bulunmaktadır. Nitekim Kâinatın Efendisi Sallallahu Aleyhi ve Sellem için yazıp gönderdiği birçok methiye ve gazelleri vardır. Ayrıca babamız için de birçok beyitten oluşan şiirleri vardır.

Anlattıklarına göre; kardeşim Mevlâna Halid dünyaya geldiği vakit evimiz kırmızı küçük cins karıncaların istilâsına uğramış. Bunlar süpürülerek dışarı atıldığı halde bir fayda olmamış, günden güne artmış. Hatta Mevlâna Halid'in doğumunun birinci ve ikinci günü, bunları temizlemek için ev halkı uğraşıp durmuş. Kardeşim, el ve ayakları kundaklanmış vaziyette beşikte yatarken birden ayağa kalkarak odada yürümüş ve odanın kapısına kadar gelmiş. Odada bulunan kadınlar, bu manzara karşısında bağırıp feryad etmeye başlamışlar. Üç günlük bir çocuğun eli ayağı sarılı iken ve beşiğe bağlı olduğu halde kalkıp yürümesi ve sonra da yere düşmesi herkesin hayret ve merak içinde kalmasına sebep olmuş ama ortalığı kaplayan karıncaların da aniden evi terk ettiği görülmüş.

Kardeşim Mevlâna Halid, bünyece zayıf ve takatsizdi. Hatta annem, babamın Mevlâna Halid'in gelişmesi için biraz dua etmesini isterdi. Babam da iki parmağı ile Mevlâna Halid'in sol kulağını tutarak oğuşturur ve: "Bu, benim çocuğumdur" der, daha fazla bir şey söylemezdi. Babamın parmak izleri, bir mühür gibi, kardeşimin kulağında kalmıştır.

Üç kız kardeşim vardı. Bunlardan Fatma Hanım zeki, anlayışlı, arif bir kızdı. Şeriat hakkında geniş bilgisi olduğu için dindardı. Vefat edince, Çur köyünde Hacı Seyyid Hasan Elçuri'nin yakınına defn olunmuştu. Diğer kız kardeşim Âmine Hanım da dindar olup şeriat hakkında derin bilgisi vardı. Hatta ölmeden önce, ne vakit öleceğini haber vermişti.

Çur kesiminin ağalarıyla, Kümesi aşiretleri arasında düşmanlık çıktığı haberi bize geldiği sıralarda, kız kardeşim ölüm döşeğinde hasta olarak yatıyordu. İki tarafı barıştırmak için babam bana yanlarına gitmemi emretmişti. Oraya gitmeden önce hasta olan kız kardeşimi görmeye gittim. Sağlık durumu çok ağır olduğundan, onu böyle hasta bir vaziyette bırakıp gitmeyi uygun bulmuyordum. Fakat babamın emrini de yerine getirmek mecburiyetindeydim, tereddüt içinde kalmıştım. Kız kardeşim, bu hasta halindeyken bana, Allah şahidim olsun ki söyle dedi: "Ey aziz kardeşim! Şeyh babamın emrine itaat et, buyruğunu geciktirme, benim için de kederlenme. Biz, şimdi Şaban ayındayız, Allah (CC) izin verirse, Ramazan ayının sekizinci cuma gecesi öleceğim. Şimdiden cümlenizi Allah (CC)'a emanet ediyorum. Böylece Rabb-il Âlemin'in katında misafir olurum. Ayrıca hanegâhın bir köşesine defnedilmek istiyorum. Çünkü burada gece gündüz Kur'an tilâveti yapılıyor, zikir, tehlil ve tekbir seslerini duymayı severim" demişti. Nitekim konuştuğu gerçek olmuş, söylediği tarih ve günde vefat etmiş, dergâhın bir köşesine defnedilmişti.

Üçüncü kız kardeşim Süveybe Hanım'dır. Bu da Sakz'da vefat etmiştir. Rusların ülkemize saldırdığı, Şeyh Necmeddin (K.S.) ile Şeyh Hüsameddin (K.S.)'in memleketimizi ellerine geçirmek isteyen Ruslarla savaştıkları bir sırada vefat etmiştir. Nitekim her iki Şeyh, çok sayıda mücahid müridleriyle birlikte Sakz'a gelmişler ve kız kardeşime misafir olmuşlardı. Hatırladığıma göre, bu kız kardeşim cihada çok önem verirdi. Savaşta şehadetin kudsiyetini ve faziletini bildiğinden, savaş sırasında mücahidlere benzeri olmayan hizmetlerde bulunmuş ve bu şerefi kazanmıştır. Kız kardeşimin cesaret ve kahramanlığı Şeyh Hüsameddin (K.S.)'i etkilediğinden, kardeşi Şeyh Necmeddin (K.S.)'e: "Görmüyor musun, Süveybe, mücahidlerin savaş ruhunu nasıl kuvvetlendiriyor? Her şeyi bilmekte ve anlamakta sanki Biyaralı ikinci Molla Kadir'e benziyor" demişti.

Ben de Rus saldırganlara karşı Savle köyü ile Senendec arasında geçen savaşa mücahid olarak katılmıştım. O vakitler yaşım henüz yirmiyi bulmamıştı. O günleri gösteren bir fotoğrafım da vardır.

Muhterem validem, kız kardeşim Âmine'ye hamile iken, bir erkek çocuk sahibi olmak istiyor. Dedem Ziyaeddin (K.S.) ona: "Ey kızım Nurican; tarikatın âdabına riayet etmeli ve bu âdabı sonuna kadar muhafaza etmelisin" dediğinde, annem: "Ruhum saha feda olsun, ben bütün varlığımla tarikat âdabını muhafaza etmeye hazırım, yalnız bir erkek çocuğum olmasını temenni ediyorum. Sizin ulu şahsiyetinizden bunu rica etmekteyim" der. Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.), ona: "Taviylâ'da Şeyh Siraceddin Hazretlerini (K.S.) ziyarete gitmelisin" diye tavsiyede bulunmuş. Annem de bu ziyareti gerçekleştirmiş.

Dedem Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.) anlatır: "Bir gece mânâ âleminde iken Nurican'a şiddetli bir tokat atmak istedim, elimi kaldırdım. O anda Hazret-i Siraceddin (K.S.) görünerek elimi tuttu ve şöyle konuştu: 'Nurican'ın canını yakma! Zira oğlum Alâeddin'in bir oğlu olacak ve ona adımı vereceksiniz, ben nasıl hayatta iken Müslüman kardeşlerime hizmet etmiş isem, bu çocuk da kendi zamanında Müslümanlara hizmet edecektir.' Ben Nurican'ın halen gebe olup olmadığını, gebe ise bu gebeliğin bahsedilen erkek çocuğa ait olup olmadığını merak edip sorduğumda: 'Hayır, şimdiki hamileliği Âmine adındaki kızı içindir. Sonra Süveybe ve daha sonra da benim adımı vereceğiniz erkek çocuk doğacaktır' dedi."

Dedem Şeyh Ziyaeddin (K.S.), babama bir mektupla bu müjdeli haberi bildirmişti. Ben ve Mevlâna Halid dünyaya geldikten sonra yine benim ve kardeşimin adıyla ayrı ayrı birer mektup yazıp göndermişti. Bu mektuplardan biri, pederimin vefatına kadar bende bulunuyordu. Babam bu mektubu benden isteyince ona vermiştim, sonra kayboldu. Bu kayboluş anlaşılmaz bir sır olmuştu.


Başa Dön



Bir seferinde rüyamda, kendimi bir yerde gördüm. Bir müridin mürşidinin karşısında durduğu gibi, babam da benim karşımda vekar ve edeb ile öylece duruyordu. Bu rüyayı bir kaç kez gördüm ve çok utandım. Sonunda rüyayı babama anlatarak: "Efendim, bu rüyadan çok üzüldüm ve utandım. Sizden ricam, bir daha böyle bir rüya görmemem için himmet etmenizdir" dedim. Babam: "Utanma ve üzülme! Yalnız, rüyanı kimseye anlatma. Zira her ikimizin talihi, Allah (CC)'in selâmı üzerine olsun, Hazret-i Yusuf (AS)'in talihinin gölgesi altındadır. Allah'a hamd olsun ki, Hazret-i Yusuf'ta olduğu gibi bizim de sonumuz öyle olsun. Sen hiç bir vakit bir hainin eziyetine uğramayacağın gibi, nefret duyacağın bir şeyle de karşılaşmayacaksın. Ecdadımızın güzelliklerinin bekasına sebep olacaksın" dedi.

Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'den söz açılmışken, mürşidim olan babamdan da birkaç kez duyduğum şu olayı anlatmadan geçemeyeceğim. Şöyle:
Yar Ahmet Bey adında bir aşiret başkanı vardı. Bu zat, yiğitliği ve cesareti ile tanınmıştı fakat ömrü dağlarda ve mağaralarda gizlenerek geçmişti. Bu firarının sebebi, kendisine düşman olan bazı kabile ve aşiretlerle arasında geçen kavga ve anlaşmazlıklardı. Bu zat, aynı zamanda, Hazret-i Şeyh Siraceddin (K.S.)'in ve çocuklarının vefalı ve sadık bir müridi idi. Öyle ki bir kimse onun çocuğunu öldürmüş olsa ve af dilese, Hazret-i Şeyh Siraceddin (K.S.)'in hatırı için onu af eder ve bırakırdı. Bu sıralarda Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.), Şehrizor'un Savis ve Bavis köylerinde bulunan hanegâha ait vakıf arazisini ekmeğe başlamıştı. Bazı defa bizzat kendisi nehir kıyısında ekili araziye giderek çalışır, uğraşırdı. Bu suyun iki yanı söğüt, palamut ve buna benzer sık çalı ve dikenliklerle çevrili idi. Bu su ancak bazı yerlerde, karşı tarafa geçit veriyordu.

Yatsı namazı vakti girmişti. Şeyh Ziyaeddin (K.S.) Hazretleri'nin imamlığında cemaatle namaz kılmaya başladık. İkinci veya üçüncü rekâtta kendisi bir çığlık atarak olduğu yerden yükselmiş, gözlerimizden kaybolmuştu. Cemaat olarak bu olaydan dehşete kapıldık. Heyecan ve korku içindeydik. Namazı tamamladık. O vakitler köy ve mezralarda aydınlatma vasıtası bulunmadığından, ya palamut ağacının dallarını kesip yakarak veya içinde yağlı marde bulunan bitkilerin kurutulmuş saplarını yakarak aydınlanma sağlanırdı. Biz de böyle bir ateş hazırla-yarak Hazret-i Şeyh (K.S.)'i aramaya başladık. Bir ara suyun kenarında yürürken, "uçtu, uçtu" diye söylenen bir çocuğa rastladık. "Şeyh buradan şu yana uçtu" diye eli ile işaret etmişti. Çocuğun işaret ettiği yöne altı yedi metre yaklaşınca, Hazret-i Şeyh (K.S.)'i uzaktan gördük, çalıların üzerinde elbiseleri parçalanmış ve kana bulanmış bir vaziyette yatıyordu.

Gecenin bu karanlığında ve saatinde bu çocuğun buraya nasıl geldiğini, kendisinden sorup anlayamadık. Şeyh'in bulunduğu yere varmak çok zordu. Elimizdeki bulabildiğimiz kesici aletlerle yolumuzu açarak sonunda yanına varabildik. Kendilerinin yaralı olduğunu ve yarasından kanlar aktığını gördük. Yavaşça bir kilimin üzerine yerleştirip, yerimize döndük. Sabah namazı vakti girmeden önce, Hazret-i Şeyh (K.S.) kendine gelerek uyandı, gözlerini açar açmaz elbiselerini değiştirip, üzerlerine bulaşan kanları temizleyerek, vakit geçmeden yatsı namazını kılmak istediğini söyledi.

Bizler, edeben, kendilerine bu olaydan söz etmedik ve bu konuyu merak ettiğimiz halde sustuk. Aramızda akrabamızdan olan ve bu gibi ahvalden pek haberi olmayan Şeyh Kadir adında bir kişi dayanamayarak: "Kurban olayım sana, Allah (CC) için söyle! Dün gece size ne oldu? Ne gibi şeyle karşılaştınız? Merak ettik ve korktuk" dedi. Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.) ona: "Sizleri tatmin için olayı anlatacağım, yalnız yarın tarafımızdan istenen bir şahıs buraya gelmeden önce, bu geceki olay hakkında bir şey sormanızı veya söylemenizi istemem. Bu olayı gelecek şahıstan dinlersiniz" buyurmuştu.

Sabah vakti güneş doğduktan sonra, Hazret-i Şeyh (K.S.), kıldan örülmüş çadırının önünde durmuş, o şahsın gelmesini bekliyordu. Kısa bir zaman sonra Yar Ahmed Bey, atına binmiş olarak göründü. Atından inmeden önce Hazret-i Şeyh (K.S.): "Ey Yar Ahmed, ben kimim?" diye sordu. Yar Ahmet Bey, orada bulunanlara: "Ey burada bulunanlar! Düşmanlarım olan aşiretler tarafından kuşatılmıştım. Atım ve silâhım benden uzakta bulunuyordu. Yanımda, kendimi müdafaa edecek hiçbir şeyim yoktu. Evliyaların ruhaniyetlerinden yardım umarak: "Ey Siraceddin! Bana yardım et, beni bu kötü durumdan kurtar" diye bağırdım. Kısa bir süre geçmişti ki, adı Şeyh Ziyaeddin olan bu mübarek Hazreti yanımda hazır gördüm. Bana atımla silâhımı verdi. Acele ile atıma bindirip, elime yuları tutuşturdu, yola çıktık. Bazen elimden tutarak, kâh önümde, kâh arkamda yürüyerek yolumuza devam ettik. Arada sırada adımı söylüyordu. Böylece beni Tüy Keşedri'ye ulaştırdı. Orada sabah oluncaya kadar kaldım, şimdi de işte buradayım" dedikten sonra atından inip, Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'in ayağının bastığı toprağa kapandı.

O zaman Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.), olayın kendileri açısından tezahürünü anlattı: "Dün yatsı namazına durduğumuzda, babam Hazret-i Şeyh Siraceddin (K.S.)'in 'Ey Ömer Ziyaeddin! Yar Ahmet Bey'i kurtar, yardımına koş!' hitabını duyunca, O'nun ruhani buyruğuna itaat etmem ve bir nefsi ölümden kurtarmam gerektiğini anladım. O'nun ruhaniyeti ayrılmadan evvel, Yar Ahmed Bey'in yanına varmam gerekiyordu. Emri yerine getirdim."

Bu münasebetle, Hazret-i Şeyh Siraceddin (K.S.) hakkında muhterem pederimden, evliyaları seven ve adlarını dilinden düşürmeyen merhum Hüseyin Han'dan şu önemli olayı duymuştum:

Şeyh Siraceddin (K.S.), namazlarını vaktinde kılar, nafile namazlarının tilâvetini eksiksiz yapmaya itina ederdi. Her yıl Resûl-ü Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in doğum gününde güzel yemekler hazırlayarak; âlimleri, fakihleri ve fakirleri yemeğe davet eder, onlara güzel bir ziyafet çekerdi. Hazret, bir gün Haneşur adındaki köye gider. Çevresini insanlar sarar. Oranın da bir hâkimi vardı ki; Hazret-i Ömer (R.A.)'in Medine-i Münevvere'deki mescidinin minberinden, İran'da savaşan Arap Orduları kumandanı Sariye (R.A.)'ye uyan olarak 'Ey Sariye! Dağın başına çık' diye seslendiğine dair olaya inanmazdı.

Hz. Sariye, Müslüman ordularının kumandanı olarak, İran'da ateşperestlerle savaşıyordu. Hz. Ömer (R.A.) ise Medine'deki mescidin minberinde, hutbede bulunuyordu. İran'da bir dağ yamacında bulunan İslâm ordusunun arkasından gizlice dağa tırmanan düşmandan, Kumandan Sariye'nin haberi yoktu. Hz. Ömer (R.A.) bulunduğu yerden düşmanın hilesini keşfederek, kumandana seslenmiş, O'da İran'dan bu uyarıyı duymuştu.

Hazret-i Şeyh köye gelince, halka vaaz ve nasihatte bulunduktan sonra konuşmayı Sariye (R.A.) Hazretlerine getirerek: "Benim Taviylâ'da bir müridim vardır, adı şeyh Ali'dir. O benim sesimi tanır ve duyar. Şimdi O'na sesleneceğim" der ve: "Ey Şeyh Ali! Bahçeye git, bize bir sepet incir topla, gel. Ben Haneşur'dayım" der. Hazret-i Şeyh (K.S.)'in bu seslenişi, akşam ezanından önce olmuştu. Ertesi gün güneş doğduktan biraz sonra Şeyh Ali, elinde bir incir sepeti ile yanımıza geldi. Bu olaya köyün hâkimi de şahit olmuştu. Hazret-i Şeyh (K.S.): "Ey Ali! Ne için ve nasıl geldin?" diye sorduklarında, Şeyh Ali: "Dün akşam bana seslendiğinizi duydum. 'Filânca bahçeye gidip bir sepet incirle gel' diye emrettiniz ve bulunduğunuz yeri de söylediniz. Ben de isteğiniz ile birlikte huzurunuza gelmiş bulunmaktayım" diye cevap verdi. Nitekim Haneşur ile Taviylâ arasındaki mesafe, gidiş geliş, 20 saat sürmektedir.

Ve yine Hüseyin Han anlatmaya devam etti: Hazret-i Şeyh (K.S.), bana: "Şimdi de Rudbari'de bulunan Halife Abdurrahman'ı çağıracağım ve o, benim sesimi duyacaktır" dedi ve: "Ey halife Abdurrahman! Ben şu anda Rezav köyünde Hüseyin Han'ın evinde bulunuyorum, yanımıza gel" diye seslendi. Ertesi sabah, Halife Abdurrahman bizim haneye gelmişti. Hazret-i Şeyh (K.S.) ona, nasıl ve niçin geldiğini sorduğunda: "Dün beni çağırdığınızı duydum. Ben de huzurunuza geldim" diye cevap vermişti.


Başa Dön



Allah (CC) sırrını kudsi kılsın, bir gün babamın yanında bulunduğum sırada, Gülhaneli Molla Abdurrahman ziyarete gelmişti. Bu zat, âlim ve fazıl bir kimse idi. Az bir vakit oturduktan sonra evine dönmek için babamdan izin istedi. Bu zatın evi de köyün dışında bulunuyordu. Ailesinin yalnızlığından dolayı endişelendiği için erken vakitte yola çıkmak istemiş ve bu sebeple izin istemişti. Babam: "Eğer yanımızda kalmak arzusunda isen, sen yerine ulaşıncaya kadar evinin bekçiliğini yaparız, onları koruruz, merak etmeyin" demişti. O da evine gitmeyerek, babamın yanında kalmıştı. Ertesi gün Molla Abdurrahman evine döndüğünde, ailesi: "Eşkâli ve kıyafeti şu şekilde olan bir hazret, bütün gece evimizin etrafında dolaştı. Fecr vakti kapımızı çalarak, kendilerinin Hazret-i Şeyh Alâeddin (K.S.) olduğunu, dün gece sizi yanlarında alıkoymuş olduklarını ve size evimizi bekleyeceklerine dair vaatte bulundukları için burada bulunduklarını söyleyerek, bizi Allah (CC)'a. emanet ederek, kayboldu" demişler. Bu olaydaki keramet ise o köy sakinlerinin akidelerinin güçlenmesine sebep olmuştu.

Bir başka gün dedem Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'e, cüzzam hastalığına yakalanmış birisini getirirler. Dedem bulaşıcı olan bu hastalığın tedavisinin ancak Şeyh Alâeddin tarafından mümkün olabileceğini söyleyerek, hastayı babama gönderir. Hasta Hazret-i Şeyh Alâeddin (K.S.)'in yanma gelince, mübarek pederim: "Şifa verecek bir ilâcı arayıp bulmam için biraz sabredeceksin" der. Hasta, 3 gün geçince gene gelir, zira beklemekten tahammülü tükenmiştir. Pederime: "Ya Hazret-i Şeyh! Bu hastalıktan ne kadar acı çektiğimi görüyorsunuz. Artık dayanacak sabrım kalmadı" der. Babam: "Bu hastalığın ilacının bulunması güç bir iştir. Allah yardımcın olsun, beklemeni tavsiye ederim" diye karşılık verir. Hasta: "Peki, elde edilmesi ve bulunması güç olan bu ilâç nedir?" diye sorunca, pederim ona: "Bu hastalıktan ancak bir yılanın yumurta yemesi ve üzerine süt içmesi, sonra bunları kusması, bu kusmuktan hap yapılıp hastaya içirilmesi ile kurtulmak mümkün olur" der. Hasta şaşırır ve: "Ben bu ilacı nerede ve nasıl bulurum" der. Hazret-i Şeyh (K.S.): "Bu sebepten sana biraz daha beklemeni tavsiye ettim" der.

Hazret-i Şeyh (K.S.) ve hasta karşılıklı bu konuyu tartışırlarken, evin içinden kadınların çığlığı duyulur. O gün evde tandır kızdırılmış, ekmek pişirilmektedir. Ekmeğin pişirildiği yer, çamur sıvalı ahşap bir odadır. Ses, bu odadan gelmiştir. Hazret-i Şeyh (K.S.) içeriye girdiği sırada, içerdekiler: "yılan, yılan" diye korkuyla bağrışmaktadırlar. Bağrışmalara koşanlar siyah, iri ve büyük bir yılanın tavanda yuvalanmış kırlangıç yumurtalarını yediğini ve sonra süzülerek yandaki odaya geçtiğini, içinde süt bulunan ağzı açık bir kaptan sütü içerek yuvasına gitmek üzere tekrar tandır olan odaya geçtiğini, orada yanan tandırın sıcağına dayanamayarak, boş bulunan hamur teknesinin içine kustuğunu hayretle görürler. Hazret-i Şeyh Alâeddin (K.S.) olanları görmüş ve orada bulunanlara: "Sakın dokunmayın! Aradığımız ve istediğimiz ilâç budur" diyerek yılanın tekneye boşalttığı kusmuğunu toplar, tane haline getirdikten sonra yutması için hastaya verir. Hasta bu hapları yuttuktan sonra üç kez derisi soyulmuş ve sonra da şifaya kavuşmuştur.


Başa Dön



Allah sırrını takdis etsin, Hazret-i Şeyh Alâeddin'in Kerametleri:
Bizler Dereşiş'den İran'a geçtiğimiz sıralarda, kardeşim Cemal henüz anne sütü emmekteydi. Üç yaşına bastığında, hep birlikte Horaman mıntıkasının Serah Gevl dağında yazlık bir yer olan Biyara köyüne gelmiştik. Orada iki gözü kör olan Hacı Mehmet Eymen adında bir zat vardı. Bu zat, inkârcı ve din ehli ile Şeyhlerin düşmanı idi. Babam, bu akidesi bozuk insanın hidayet yoluna girmesini ve Şeyhler'e karşı sevgi ve saygı duymasını temenni ederdi. Hacı Mehmet Eymen, babamın ziyaretine de gelmişti. Hazret-i Şeyh (K.S.), bu adam için şöyle dua etmişti: "Ey Rabbim! Şu inkârcı âmâ adamın hidayeti uğuruna oğlum Cemal'in gözlerini ona veriyorum." Bu duadan iki gün sonra kardeşim Cemal, çiçek hastalığına yakaladı, iki gözü de kör oldu ve kısa bir süre sonra vefat etti. Cemal'in vefatıyla birlikte Hacı Mehmet Eymen'in her iki gözü de görmeye başladı. Hacı Mehmet, Hazret-i Şeyh (K.S.)'in fedakârlığı ve kerametiyle gördüğünü anlayarak hidayete ermiş, vefalı, dindar, doğru, takva sahibi bir adam olmuştu.

Şu bir hakikattir ki, babam Hazret-i Şeyh Alâeddin (K.S.), zamanının lokman hekimiydi. İlaçların hastalığa göre tayin edilmesini ve kullanılmasını iyi bilen hüner sahibi bir zattı. Bir gün dedem Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.), dağlık ve soğuk bir yer olan Civanrud'a gitmiş. Orada kanlı ishal hastalığına tutulmuş. Bir gecede 120 defa dışarı çıkmak zorunda kalmış. Oradan babama acele bir mektup yazarak ancak kendisinin göndereceği ilaçtan fayda görmeyi umduğunu, başka bir ilacı da kesinlikle kullanmayacağını bildirmiş. Babam, bu mektup üzerine derhal kırlardan topladığı yabani otlarla bir ilaç hazırlayarak, acele mübarek pederlerine göndermiş, Şeyh dedem, ilaçları kullanınca iki gün içinde tamamen şifaya kavuşmuş.

Hakk Teâlâ (CC), güçlü Kitabı'nın Bakara sûresinin 269. ayetinde:

"Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir." buyurmaktadır.

Burada hikmetten maksat; ilim, anlayış, fıkıh, marifet, korku ve itaattir.


Başa Dön



Evliyaullah'ın güzel kokulu nefesleri, zahiri hastalıkları iyi ettiği gibi, batini illetleri de yok eder. Hatırladığıma göre; âlim ve fazıl bir kimse olan Molla Muhammed adındaki bir zat, dinen iyi sayılmayan vesvese yani kuruntu hastalığına müpteladır. Bu hastalığını önlemek için dedem Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'e başvurur. Dedem de bu zatın hastalığının izalesi için babama emir buyurur ve şöyle bir uyarıda bulunur: "Bu zat sultan-ül ezkâr makamına gelmeden, yanına davet etme!" Sultan-ül ezkâr, zikrin sultanı demektir ki, bir müridin Hakk Teâlâ (CC)'yı bütün mevcudiyeti ile duyması, hissetmesi, yani cisminin bütün zerreleriyle Allah (CC)'ı anması demektir. Pederim, dedemden aldığı emre göre bu zatı zikrin sultanı makamına eriştirir. Molla Muhammed bu kuruntu hastalığından kurtulmuş, gönlü rahat etmiş, bu makamda ilerlemeye başlamıştı. Bu olaydan bir hafta kadar sonra Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'in torunlarından olup tarikatın en yüksek makamına yükselen ve dedem tarafından çok sevilen, Şeyh Saadettin oğlu Şeyh Taceddin'i, Molla Muhammed'e göndererek, onun kazandığı makamı tamamen elinden almasını ister. Şeyh Taceddin de Molla Muham-med'e giderek, onu vesvesesi olmayan orta derecede bir makama getirir. Molla Muhammed, kazandığı yüksek makamı elinden alan Şeyh Taceddin hakkında ileri geri konuşmaya ve onu yermeye başlar: "Nasıl olur? Bu makam bana tevcih edildikten sonra geriye alınması doğru mudur?" diyerek üzüntüsünü açıklar. Hazret-i Şeyh Alâeddin (K.S.), Molla'ya: "Sen, içindeki kuruntu halini atmak için bizlere geldin, nitekim sende bu hal ile ilgili bir şey kalmadı. Zira yükseldiğin makam, mutasavvıflara mahsus bir makamdır. Bir mürid, bu makama ancak nefsi riyazat ile azimle, cehd ederek, çok çalışmak suretiyle varabilir. Bir mürşidin müridini bir anda bu makama çıkarması mümkündür. Şimdi bir mürid gibi cehd ve gayret göstererek bu makama asaleten çıkabilirsin" der.

Unutamadığım bir olay da dedem Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'in müridlerinden olan, Lehcan mıntıkası Pesevi köyünden Molla Abdullah adlı bir zat ile ilgilidir:

Bu zat âlim, faziletli, zahiri ilimleri çok iyi bilen, Allah (CC) korkusunu içine iyice sindirmiş, zamanının en zeki ve akıllı şahsiyetlerinden biri idi. Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.), bu zat hakkında: "Molla Abdullah hanegâhta kırk gün inzivaya çekilse, cehd ve gayret sarf etse zamanın kutbu olur" buyurmuşlardı.

Bir gün bu zat, Bağdat'ta bulunan Müftü Zehavi'ye verilmek üzere, Hazret-i Şeyh (K.S.)'den bir tavsiye mektubu almak üzere şerefli Biyara kasabasına gelmiş ve dedeme: "Ya Hazret-i Şeyh, bu arzu ve isteğimi küfür saymaz isen, kendisinden ders almak ve yanında yetişmek üzere, beni Bağdat'ta bulunan Müftü Zehavi'ye gönderin" diye bir hayli ısrarda bulunmuş. Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.), ona: "İsteğiniz başım üzerinedir. Lâkin size Bağdat'a kadar yol gösterecek bir rehberi bulmamız için acele etmeyip, bize fırsat vermeniz gerekir" demişler. Birkaç gün geçtikten sonra Molla Abdullah tekrar Hazret-i Şeyh (K.S.)'e gelerek: "Ya Hazret-i Şeyh, beni Bağdat'a yollamayacaksanız, bari Seyyid Hacı Hasan'dan ders almak üzere Çur'a göndermenizi isteyeceğim" demiş. Seyyid Hasan da yüksek makam sahibi ulu bir zat imiş. Hazret-i Şeyh (K.S.), Molla Abdullah'ın bu talebi üzerine: "Çok güzel, zaten oraya gidecek bir yol arkadaşın da vardır" demiş ve bir tavsiye mektubu yazarak, Molla'nın eline vermiş.

Molla, Çur'a gider. Seyyid Haşan, elinde çok kıymet verdiği bir şahsın tavsiye mektubu olduğunu görünce, güzel karşılar ve iltifatta bulunur. Seyyid Hasan: "Hayli zamandan beri kimseye ders okutmadım, şimdi sizinle derse başlayacağım" dediğinde, Molla Abdullah elindeki kitabı kapayarak o anda ders alacak gücü olmadığını beyan eder. Üç gün aynı konuşmalar ile geçer. Bu üç günün sonunda Molla Abdullah, Seyyid Hasan'a Biyara'ya dönmek istediğini söyleyerek izin alır ve oradan ayrılır. Biyara'da su havuzunun bulunduğu yerde Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.) ile karşılaşır, selâmlaşır. Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.): "Ne oldu ki? Senin erken döndüğünü görmekteyim" diye sorduğunda, Molla orada okumaktan hoşlanmadığını, esasen okuyacak gücünün de olmadığını beyan eder. Hazret-i Şeyh (K.S.): "Molla Abdullah! Sana ders verilme müsaadesi henüz verilmedi" diyerek, gülümser. Molla Abdullah kızarak: "Ey Şeyh! Galiba senin başın mezarının çevresinde titremektedir. Maksadın beni dersten mahrum etmek midir?" diye edebe aykırı harekette bulunur. Mübarek dedem ise tebessümünü eksiltmeden hanegâha giderek rabıtasına devam etmesini, dinlenmesini buyurur. Molla Abdullah içinden şu düşünceleri geçirir: "Ne sebeple okumak ve tahsil görmek için zorluklara ve gurbete katlanayım? Bundan sonra canımın istediği kitabı okur, kendimi yetiştiririm." Daha sonra da: "Okuyup, ilim tahsil etmekle ne kazanacağım? Şimdiye kadar öğrendiklerim bana yeterlidir. Bari evime gidip, rahatıma bakayım" diyerek Kur'an-ı Kerim ve Delâil-i Şerif okumaya başlar.

Bir gün Kur'an'ı açtığında, bir satırını siyah, diğer satırını beyaz görmeye başlamış. Kitabı kapayarak, bir tarafa bırakmış. "Bari farz namazları kılayım" demiş. Fakat onu da yarıda bırakmış ve: "Allah (CC)'ın benim namazıma ihtiyacı yoktur, neden namaz kılayım?" diyerek, namazlarını da terk etmiş. Kendi kendiyle hesaplaşarak dışarı çıkıp, Gamusi havuzuna doğru yürümüş. Daha sonra Kadir Ağa'nın bahçesine gitmiş. Orada aşağı yukarı dolaşırken içinden kendisini yererek şöyle düşünmüş: "Ey nefis; ilim tahsili için Hacı Seyyid Hasan'ın yanına gittin, teberrüken bir ders dahi almadan döndün. 'Kendi kendime çalışır, bir şeyler öğrenirim' dedin, onu da başaramadın. Namazını tam olarak kılmak istedin, yarıda bırakıp kalktın. Bütün bunlar acaba Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'in kerameti midir? Veya tasarrufu mudur?" Bu düşünceler içinde nefsini azarlarken, boyunun yükseldiğini, başının göğe değdiğini hissetmiş. Daha sonra vücudu küçülerek eski haline gelmiş, hatta öyle küçülmüş ki, artık zerreleri parçalanamayacak duruma gelmiş. Bir müddet sonra tabii haline dönünce, hemen Gamusi suyu kaynağına giderek, tevbe edip, gusül abdesti almış. Ve doğru Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'in yanma gitmiş. Mürşidi, Molla Abdullah'ı gülümseyerek karşılamış. Molla Abdullah başındaki takkeyi yere atarak: "İşte başım, işte kılıcınız. Dilediğinizi yapınız" demiş ve mürşidi olan dedem Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'in önüne boynunu uzatmış. Hazret-i Şeyh (K.S.), tarikat adabına uygun bir tavırla: "İşte, Nakşibendiyye taifesine böyle olmak yaraşır" diyerek, Molla'nın tevbesini kabul etmiş. Ertesi günün sabahı, Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.), Molla Abdullah'ın tevbekâr olarak ve pişmanlık içinde kendisine dönerek tekrar bağlanması dolayısıyla, 300 evliyanın, huzuruna gelerek kendilerini kutladıklarını ilân etmişti.

Molla Abdullah, Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'in vefatından sonra bir zahid olarak, yalnız başına bir hayat sürmüş. Seccadesi gözyaşı ile ıslanmadan başını yerden kaldırmazmış. İnsanların arasına katılmadan, yalnız yaşamayı âdet edinmiş.


Başa Dön



Bir tarihte, Sakz ve Bana eşraf ve bilginlerinden Şeyh-ül İslâm Sakzî Molla Muhammed, Şeyh Şemseddin Pir Gani, Seyyid Molla Ömer Vaşmezini, Hacı Muhammed Üzeyr Sablahi ve Hacı Baba Sablahi'den oluşan topluluk, babam Şeyh Alâeddin (K.S.)'i ziyaret maksadı ile Biyara'ya gelip O'ndan, itimad ettiği bir halifesini kendi mıntıkalarına göndermelerini, aralarındaki ahd ve misakı yenilemelerini rica etmişlerdi. Babam bu görevi bu fakire, yani bize havale etti. Böylece onlarla birlikte Kanişard'a geldik. Burada suyu temiz ve soğuk bir kaynak vardı. Kaynağın yanı başında süslü ve güzel bir havuz yapmışlardı. Ve havuzun etrafını namaz kılmak için geniş bir şekilde parke taşla döşemişlerdi. Dolayısıyla burası çekici ve güzel bir duruma gelmişti. Serin gölgeli ağaçların altında çay içtikten ve görevimizi tamamladıktan sonra dönmeye hazırlandık.

Atımı getirdiler, ayağımı üzengiye koyup atıma binmek üzere iken onlara: "Burası çok güzel bir yer, burada daha uzun kalmak isterdim" dedim. Benimle gelenlerin vaktin geç olduğunu yolun ise uzun olduğunu, acele edip gitmek zorunda olduğumuzu söylemelerine rağmen; ben bu geceyi burada geçirmek için ısrar edip atımdan inince, onlar da atlarından inip eşyaları indirmek zorunda kaldılar. Buranın cemaatine: "Bir kez daha bize çay hazırlayın" dedim. Çay hazırlandı. Bu sırada Molla Ahmet Hamza Bey'in sesini duymuştuk. Bu zatın gayet güzel sesi vardı. Yanımıza gelip: "Efendim! Müjdeler olsun, Molla Abdullah Pesevi sizi ziyaret etmek için yola çıkmıştır. Neredeyse gelir" dedi. Kalkıp onu karşılamaya gittim. Onunla karşılaşıp, selâmlaştıktan sonra: "Bu çay, zatınız için hazırlandı" diyerek ikramda bulunduk. Daha sonra hep birlikte yola çıktık. Bana köyüne doğru yol alırken Molla Abdullah'ın cemaatin uzağında yer aldığını görerek Molla Ahmed Hamza Bey'e döndüm ve: "Molla Abdullah cemaatten ayrı gidiyor, aramıza sokulmuyor. Bunun sebebi nedir?" diye sorduğumda, Molla Ahmed bana, Molla Abdullah'ın uzun bir zamandan beri yalnız kalmayı, yalnız başına yürümeyi âdet edinmiş olduğunu, bu yüzden cemaatin arasına katılmasının mümkün olmadığını söyledi. Bana'ya doğru yola çıktığımızdan bir gün sonra Nenur köyüne geldik, oradan ayrılarak tekrar yola çıkmıştık ki, Molla Abdullah'ı bu defa kalabalık içinde gördük. Derhal Molla Ahmed Bey'e yüksek sesle: "Molla Abdullah'ın kalabalık içine girmekten çekinmesi âdetidir demiştiniz, fakat şimdi insanların arasında bulunduğunu görmekteyiz, sebebi nedir?" diye sordum. Ahmed Bey bu soruma: "Evet, yarım saat önce bana, bu âdetinden vaz geçtiğini haber verdi" dedi. Molla Abdullah, bir haftalık yolculuğumuzda bizimle birlikte bulunmak ve bizim hatırımız için bu âdetinden vaz geçtiğini beyan etti. Cuma namazını Bana'da kıldıktan sonra bize dönerek selâm verip iltifatta bulundu, biz de karşılığını verdikten sonra ona: "Ey aziz hocam! Bir kimse bir din kardeşini severse, o da karşılığını vermelidir. Siz her türlü şüpheden uzak, Allah korkusunu duyan takva sahibi bir kişisiniz, bu bir... İkincisi Kaşterli Şeyh Habibullah'a şeklen, ahlaken, sıfatça benzemektesiniz. Zira o zat takva sahibi, fâzıl, âlim bir kimsedir. Hatta bu zat bana yazdığı bir mektupta, babamın Biyara'da olduğunu, ona uzak veya yakın olmak arasında bir fark olmadığını, bulunduğu yerden diğer bir köye göç etmek istediğini, bizim kendi nazarlarında Hazret-i Şeyh Alâeddin (K.S.)'in makam ve yerinde olduğumuzu telâkki ettiklerini, bu vesileyle göç edip etmemek konusunda bizden izin istediklerini beyan ediyorlardı. Ben de ona şu cevabı verdim: 'Fakir ve hakir kuldan, faziletli, necabetli, edip, vefa timsali, Allah velilerinin sevgilisi Şeyh Habibullah Hazretleri'ne selâmlarımı arz eder, ömür ve afiyetinizin devamını dilerim. Yer değiştirme hususunda vefa ve doğruluktan ve paklıktan yoksun olmayan bir yere intikaliniz için, gönlünüz neye rıza gösterirse onu yapınız.' Hatta Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.) dahi Hazret-i Alâeddin (K.S.)'e bu hususu şöyle açıklamıştı: 'Âlimlerin, fakirlerin, sâlih kişilerin etekleri, riya ve kötülük pisliğine temas etmeyecek bir mekâna ihtiyaç duyar.' Şeyh Habibullah, mektubumuzu alınca, Kaşter'de kalıp ikamet etmeye karar verdiğini, oradan başka bir yere göç etmeyeceğini bildirmişti."

Bu konuşmadan sonra Molla Abdullah kalkarak elimden ve omuzumdan öptü. Ben de onu öptüm. Bana: "Allah (CC) şahidim olsun ki bulunduğum yerden ayrılmayacağım. Sizi üç sebeple ziyaret etmeyi düşünmüştüm:

1) Hiç bir kalabalığa katılmıyordum. Allah (CC)'a hamd olsun ki bundan kurtuldum.

2) Benden Sablah köyüne göç etmem istendi, göç etmeyeceğim, Kanireş'te hayatımın sonuna kadar kalmaya karar verdim.

3) İlâhi feyz ve rızkı, bir vesile ve vasıta olmadan Yüce Allah (CC)'tan almak imkânına kavuştum. Şimdi bütün bu çelişkili düşüncelerin benim eksikliğimin eseri olduğunu anladım. Biyara'ya döndüğünüz vakit Hazret-i Şeyh Alâeddin (K.S.)'e beni affetmelerini rica etmenizi ve yardımlarını benden esirgememesini sağlamanızı sizden bilhassa istirham ederim"


Yolumuza devam ederek Bana köyüne gelmeden Veyne köyüne geldiğimizde, köyün tümüyle yakıldığını gördük. Zaten bu köy birkaç kez yakılmıştı. Köylüler, bu sebepten yanan evlerini tamir ve yenilemekle uğraşıyorlardı. Köyün ileri gelenlerinden Hame Reşid Han adındaki zat, köylerinin bundan sonra yakılmaması için dua etmemi rica etmiş, ben de ona bu işin ehli olmadığımı, pederimizi vasıta ederek isteklerinin yerine getirileceğini vaad ettim. Nitekim bir vakitler Merivan ahalisi düşmanlık yüzünden iki köyü yakmak istediklerinde, köy halkı pederimden aracı olmasını istemişlerdi. Şeyh Alâeddin (K.S.) de Merivan halkına bir ha-berci göndererek bizzat kendilerinin barışa vasıta olarak geleceğini bildirmişti. Merivan halkı haberciye: "Şeyhinize söyleyin, zahmet edip buraya kadar gelmesin, çünkü bizler bu iki köyü yakmaya karar verdik" demişlerdi. Bu haber pederime ulaşınca Hazret-i Şeyh öfkelenmiş, kendine has bazı duaları okuyarak ve yakılacak iki köyün çevresini parmağıyla işaretleyerek: "İşte ben her iki köyün etrafını elimle çizdim, onlar istediklerini yapsınlar" buyurmuştu. Bir süre sonra Merivan halkı gelip bu iki köye saldırmışlar, saldırganlar kayıplar vererek çekilmek zorunda kalmışlar. Bir kısmı ölmüş, çoğu da yaralanmıştı. Fakat her iki köye bir zarar veremedikleri gibi, bu güne dek bu köyler olduğu gibi durmaktadır. Hame Reşit Han'a bu olayı anlatıp, kendi köylerinin de mübarek pederimin himmetiyle korunacağını temenni edip, oradan ayrıldık.


Başa Dön



Babamdan duyduğuma göre, hâkimin biri Kirmenşah'a gelerek, ahalisinden yedi senelik vergi borçlarını vermelerini istemiş. Kubadi ve Baba Cani ahalisinden bazı kimseler, Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'e gelerek bu hâkimin tasarruf ve şiddetinden şikâyette bulunmuşlar. Hazret-i Şeyh (K.S.), pederime: "Ey Alâeddin, oraya git! Bu şikâyetçiler için hâkimle konuş ve anlaş" buyurmuş. Mübarek pederim, babalarına, bu zatın kabalık ve şiddetiyle şöhretlendiğini söylediklerinde, Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.): "Sen git, Hazret-i Pirlerin yardımına güven. Allah (CC)'tan sizler için kolaylıklar temenni ederim" buyurmuş. Pederim oraya gitmek üzere yola çıkmış.

Hâkim, onun geleceğini öğrendiğinden, pederimi kemal-i edeb ve terbiye ile karşılayıp, hatta önünde oturmayıp ayakta kalmayı tercih etmiş. Babam kendisine oturmasını işaret ettiğinde: "Ey Efendim! Sizi bu şekilde karşılamam benim vecibemdir. Sizin keramet sahibi bir zat olduğunuzu gördüm, burada kalmanın kurtuluşumun bir sebebi olacağını anladığımdan müridlerinizden daha büyük bir sadakatle size bağlandım. Size hikâyemi anlatayım: Ben, İran veliahdını öldürdükten sonra Tahran'dan kaçtım ve gizlice Hame Ağa'nın evine sığındım. Bu zat idrak sahibi, cesur ve akıllı bir kimseydi. Durumum hakkında onunla konuşup tartıştım. Bu zat, hangi devlete gidersem gideyim, onların beni tekrar İran Devletine teslim edeceklerini söyleyerek, en iyisinin Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'e iltica etmek olduğunu tavsiye edip kendileri de bana, Hazret'e verilmek üzere durumumu bildiren bir mektup yazıp verdi. Ben de vakit geçirmeden Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'e gidip mektubu verdim, okudu. Mektup, 'Sadık ve vefalı bir aşığın şehadetidir' diye başlamakta idi ve Farsça yazılmıştı. Hazret-i Şeyh'in yanından ayrılırken, bana, gecikmeden Tahran'a gitmemi, Şah'a teslim olmamı ve daima kendilerini rabıta etmemi isteyerek; daima benim yanımda olduğunu hatırladığım takdirde, Şah'ın gazab ve hiddetinin sükûnet bulacağını, bana yumuşak ve şefkatli davranacağını, daha sonra da üç hilat giydireceğini buyurdu. Tahran'a gittim. Şah'ın yanına varırken Hazret-i Şeyh (K.S.)'in ruhaniyetini yanımda bulundurmayı gaye edindim. Huzuruna girdiğimde, Şah, hiddetli bir tavırla yaklaşmamı söyledi. Ben de yaklaştım. Şah, yine: 'Daha çok yaklaş' deyince, yakınına kadar sokuldum. Yüzüme bakarak güldü ve eliyle arkama vurarak: 'Bana karşı gelen asiyi öldürmekle iyi ve güzel bir iş yaptın' deyip yanındakilere: "Hilatları getirin!' diye seslendi. Maiyeti, bana verilmek üzere, üç hilat getirip verdiler." Hâkim hikâyesini bitirdiğinde, bir yazı hazırlayarak, birikmiş yedi senelik verginin ora ahalisinden alınmamasını emretmiş, şayet hükümet vergi konusunda ısrar edecek olursa, bu verginin bizzat kendi malından alınmasını isteyerek; ailemizin yüksek hatırı için böyle davranmak istediğini beyan etmiş.

Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'in bir diğer kerameti de şöyle olmuştur:

Hazret-i Şeyh (K.S.), bir gün Senendec kasabasına gitmiş. Bu beldenin Şeyh-ül İslâm'ı olan Molla Lûtfullah Efendi, Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'i birkaç kez evine davet ettiği halde, Hazret bir mazeret ileri sürerek bu davete icabet etmemiş. Bir gün nihayet Şeyh-ül İslâm'ın ısrarlı daveti karsısında, maiyetindeki birçok ileri gelenlerle birlikte davete icabet etmiştir. Şeyh-ül İslâm'ın evinin kapısına geldiğinde, eşiğin önünde durarak: "Estağfirullah" deyip, birkaç adım geri çekilmiş. Ev sahibine, kendilerinde kazma ve küreğin mevcud olup olmadığını sorduklarında, istenilen araç ve gereç getirilmiş. Dedemin arzusu üzerine eşiğin bulunduğu yer bir insan boyu kazılmış. Bu derinliğe ulaştıklarında, bir mermerin mevcudiyeti fark edilmiş. Taş yukarı çıkartıldığında, üzerinde "Bismillâhirrahmanirrahiym ve La ilahe illallah, Muhammederresulullah" yazısının bulunduğunu hayretle görmüşler. Dedem Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.): "Kapı eşiğinin altında böyle bir yazı varken, üzerinden nasıl atlayıp, geçebilirdik?" diyerek, etrafını aydınlatmış.


Başa Dön



Daha önce de açıkladığımız gibi, mübarek pederimin bitkilerle ilâç yapmada ve hastaların tedavisinde büyük ve geniş bilgisi vardı. Ayrıca havas ilminde, yani gizli ilimlerde, özellikle harf ilmi ve tertip ve tanziminde, rüya tabiri ve benzer ilimlerde derin bilgisi bulunuyordu. Şu cihet bilinmelidir ki, Allah (CC)'ın selâmı üzerine olsun, Hazret-i Yusuf'un rüya mucizesi ve tabiri herkes tarafından bilinmektedir. Hadis-i Şerifler'le sabittir ki, güzel bir rüya, nübüvvetin kırkta bir ölçüsünde, ledünnî İlâhî bir bağıştır. Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin nübüvvetinden, ümmetine kalan bir izdir. Nitekim Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.), Yüce Allah'ın ve Resulü'nün dostluğunu ve yakınlığını kazanmıştı. Saygıdeğer pederim, bu konuda şöyle konuşmuştu: "Ramazan ayı girmeden önce, bir gece rüyamda Hazret-i Şeyh Ziyaeddin (K.S.)'i görmüştüm. Bana karşı ilgi ve teveccühünün son derece arttığını müşahede ettim. Bana: 'Onu kaybetme, onun tesirini bekle' demişti. Sabah olunca pederimin huzuruna giderek, gece bir rüya gördüğümü söyleyince, henüz rüyayı açıklamamıştım ki, bana: 'Sana olan teveccüh müdür? Odur sanırım, sakın onu kaybetme' diye konuşmuştu. Ben bu rüyanın etkisini beklemeye başladım. Ramazan ayı girince, âdetim üzere, halktan uzak olarak itikâfa girmiştim. Hususi görevim ve Kur'an tilâveti ile meşgul oluyordum. Kur'an tilâveti esnasında kalbimin ferahlayıp huzur dolduğunu, içime İlâhî feyzin aktığını hissediyordum. Bu halin, babamın hususi teveccühünden ileri geldiğini anlamıştım. Onun güçlü idrakinin ve geniş bilgisinin bir delili olarak rüyamı anlatmadan kendilerinin izah etmesini görüyordum."



On yaşlarında bulunmakta idim. Şiddetli bir hastalık sebebiyle yataktan çıkamıyordum. O günlerde şöyle bir rüya görmüştüm: Güzel bir ata binmiş bir adamın, Durud'daki evimizin karşısındaki bahçeye girdiğini gördüm. Ata binen kişi heybetli bir şahsiyet olup, amcam Şeyh Hidâyet olabileceğini düşünerek, yatağımdan çıkıp bahçeye indim. Gördüğüm süvariyle selâmlaştık. Elini öptüm, o da beni yüzümden öperek, kendisini tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben ne cevap vereceğimi düşünürken: "Ben Mikâil'im" dedi. O zaman anladım ki bu zat, büyük dedemin mürşidi olan Hazret-i Şeyh Mevlâna Halid-i Bağdadi (K.S.)'dir. Nitekim Hazret-i Şeyh Mevlâna (K.S.), Mikâilî aşiretindendi. Hazret'e, müsaade ederse, gidip babama haber vermek istediğimi söylediğimde: "Hayır gitme! Baban şu anda senin için geldiğimi öğrenmiştir" diyerek, gitti. Bu olayın geçtiği saatte validem, beni yoklamak üzere yatağıma gelmiş ve beni bulamayınca telâşlanarak ev halkını uyandırmış, evin her yerini aradıkları halde beni bulamamışlar. Sonunda evden çıkınca, bahçede, Hazret-i Mevlâna Halid (K.S.) ile karşılaştığımız yerde uyuduğumu görüp, içeri taşımışlar. Bu hal etkisi ile fazlaca terlemiştim. Yatağımda uyandığımda, hastalığım tamamen geçmişti. Sabah rüyamı, pederime arz etmek üzere yanlarına gittiğimde: "Mevlâna Halid Hazretleri (K.S.), bu gece senin için geldiler" diyerek, bu konuda bilgisi olduğunu izhar etti. Bu rüyadan sonra biniciliğe heves etmiş ve çok sevmiştim.

Bir başka sefer de yine rüyamda, kendimi, evimizin önündeki bahçede gördüm. Ağaçların tanzimi, meyvelerin bolluğu ve manzarası pek hoşuma gitmişti. Özellikle, çok yükseklere uzanan asma dallarının üzerindeki üzüm salkımlarının çokluğu dikkatimi çekmişti. Orada bir insan vardı. Önce bahçenin sahibi zannettim. Yanıma yaklaşınca, ulu bir kimse olduğunu, simasında ibadet izleri taşıdığını fark ettim. Selâm vererek elini öptüm, O da selâmımı alıp, yüzümden öptü. Sonra bana kendisinin Hızır Aleyhisselâm olduğunu söyleyince, gidip diğer insanlara haber vereyim diye düşünürken, bana: "Hayır, kimseye haber verme. Ben senin hastalığına şifa vermek için geldim" diyerek: "Üzüm yer misin?" diye sordu. Bu kadar yükseklikteki asma ağacına nasıl uzanır ve üzüm koparır diye düşünüyordum ki, ellerini yukarı doğru uzatınca üzüm salkımları ellerine düştü ve bir salkım üzümü bana uzattı. Uykudan uyanınca ter içinde kaldığımı fark ettim. Hastalığım geçmiş, şifaya kavuşmuştum. Gördüğüm rüyayı babama söylemek için yanına gittiğimde, daha ağzımı açmadan bana: "Hızır Aleyhisselâm, sana dua etmek ve iyi etmek üzere gelmişti, değil mi?" diye konuştu. O günden beri, bende, ağaç dikme sevgisi doğmuştur. Evet, Yüce Allah (CC), bana rüya tabirini, harflerin anlam ve işaretlerini, sûrelerin fevatihinin nelere delâlet ettiğini ihsan ve bağışta bulunmuştu.

Bu münasebetle size, keskin ve güzel kokusu olan tere ve tarhundan söz edeceğim. Unutamadığım bu konuyu anlatmakta bir iddiam veya bir maksadım yoktur. Yüce Allah (CC)'ın bana bağışladığı nimetlere sonsuz şükranımı arz ederim. Yüce kereminin kapısında korkuyla yalvaran ve ondan yardım bekleyen zavallı fakir ve miskin bir kuldan başka bir şey değilim.

Gecenin birinde uyuduğum esnada, kendimi Kâbe-i Muazzama'da İbrahim Halil Aleyhisselâm'ın makamı önünde ayakta durur gördüm. Kendisi de, orada bulunan şadırvanın önünde maiyetiyle birlikteydi. Biz de maiyetindekilerin arasındaydık. Allah (CC)'dan aldığı haberleri bizlere veriyor, biz de bu emrini yerine getiriyorduk. Hazret-i İbrahim (AS) başını yukarı kaldırmış, İlâhî sesleri ve buyrukları dinlemekteydi. Ben de kovan içinde bulunan arıların uğultusuna benzeyen bu sesleri duyuyordum. Verdiği emre göre Kâbe-i Muazzama'nın inşa ve tamiri görevi bize veriliyordu. Bir ara bana: "Müjdeler olsun sana! Kâbe'yi ziyaretle Hacı olacaksın, irşad makamına geçeceksin. Ecdadının güzel ahlâk ve sıfatlarının varisi olup, bu verasetin ailende sürüp gitmesine sebep olacaksın. Vakti gelinceye kadar gördüğün bu rüyayı kimseye anlatmayacaksın" buyurdu.

Ne var ki bizlerden hacca gidenler, orada ölmekte veya kısa ömürlü olmaktaydılar. Allah (CC)'a hamd-ü senalar olsun ki, yaşamım boyunca birkaç kez Hacca gittim, farz olan vecibemi yerine getirdim. Bu münasebetle, insan bir şeyi hatırlayınca, çorap söküğü gibi diğer şeyleri de hatırlamaya başlıyor.

Bir vakit şerefli Necef'de, Ravza-i Haydariyye'yi ziyaret ettiğim sırada yanımda, Siraceddin ailesini seven ve sayan, aynı zamanda babamın bir müridi olan Hüseyin Fevzi isimli bir dostum bulunuyordu. O vakitlerde Ravza-i Haydariyye'nin kilitdarı, benim çokça sevip saydığım, bizlerle yakın rabıtası olan Seyyid Abbas adında biriydi. Gece uykuya daldığımda, rüyamda bir zat yanıma gelerek, Hazret-i Ali (K.V.)'nin beni istediğini haber verdi. Bu haber üzerine Hazret-i Ali (K.V.)'nin bulunduğu odaya gittim. İçeriye nasıl ve ne sebeple girdiğimi anlayamıyordum. Yüce İmam'ı, ayın bedir halinde saçtığı nur gibi bir nuru üzerine taşır vaziyette karşımda buldum. Bu nurla birlikte, üzerinden şefkat ve merhametin taştığı açıkça görülüyordu. Onun güzelliği karşısında şaşırmıştım; ne ileri, ne de geri bir adımı atamaz olmuştum. Bana hitaben: "İlerle, yaklaş!" diye emir buyurunca, hemen ilerleyip elini öptüm, o da beni yüzümden öptü ve üç renkte sarık verdi. Sarıklardan biri yeşil, biri sarı ve bir diğeri de kırmızı renkte idi. Bu bağışlarına çok sevinmiştim. Sarıkları, mübarek elleri ile başıma dolayıp sardı. Büyük bir sevinçle uykudan uyanınca, gördüğüm rüyayı yol arkadaşım Hüseyin Fevzi Efendi'ye anlattım. Ravza-i Haydariyye'nin kilitdarı Seyyid Abbas ile birlikte gördüğüm rüyanın tabirini yaptılar. Sarı rengin, irşad icrasıyla barışa ve cemaatler arasında iyi münasebetlere; yeşil rengin, el açıklığı yani cömertliğe; kırmızı rengin ise benim şehitler efendisi soyundan olduğuma delil olduğu tabirini yaptılar.


Başa Dön

Allah Dostu Şeyh Muhammed Osman Siraceddin-i Sani Hazretleri (KS) web sitesi.
PHPNUKE ©