HAZRET-İ ŞEYH OSMAN SİRACEDDİN (KS)'NİN HAKİKATLERE DAİR AÇIKLAMALARI
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın Adı ile.
GİRİŞ
Her asırda dini, hakkaniyetle kıyamet gününe kadar koruyacak taifeleri bizlere gönderen Âlemlerin Rabb'i olan Yüce Allah (CC)'a hamd-u senalar olsun.
Bu taifeler ki, geleceğin binalarını güçlü kıldılar, bu yolun inceliğini tetkik ettiler, doğru yolun gerçeklerini tahkik ettiler, bu dini doğrulukla duyurdular. Allah (CC)'ın bir Allah olduğuna, ortağı bulunmadığına şehadet ederim. Zira O (CC), bizatihi etkileyip yaratandır. O azametli varlık (CC), her şeyde dinî ve dünyevî vasıtaları halk etmiştir. Varlık ve yokluk çizgisi gibi, iki yay arasında, birlik ve beraberliğin timsali, tılsımlı hazine ve mücessem ruh olan Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in, O (CC)'nun yüce kulu ve resulü olduğuna şehadet ederim. Varlık âlemi ile yokluk âlemi arasında, ilkten ve öncelikle hayat ve ötesi sebep ve vasıtalarının sahibi olan Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e, âline ve eshabına salât ve selâmlar olsun.
Ey Rabbimiz! Ve herşeyin Rabbi olan Yüce Allah'ım Sana, Seninle ve Sen'de olana hamd ve senalar olsun. Büyük, kudretli ve zengin olan, her şeyi ferdiyetinde toplayan Yüce Allah'ım! Resûl-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in naibi Şeyh Alâeddin el Osmanî'nin oğlu, fakir kulun Şeyh Muhammed Osman Sıraceddin der ki: Bizler, az münevver olan Müslümanların cehaletleri yüzünden ve bazı bidatçıların ortaya çıkardığı bid'atlara karşı meyillerinin artmış olduğundan dolayı, Hazret-i Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in çizdiği çizgiden ve doğru yoldan ayrılmış olduklarını görmekteyiz. Bu gibiler, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in, enbiyaların ve evliyaların göstermiş olduğu mucize ve kerametleri inkâr etmişler, hayatta iken ellerine dahi temastan kaçınıp, kabirlerini ziyaret ederek tasarruflarından faydalanmayı dahi inkâr etmişlerdir. Hâlbuki bu saydığımızın tümü hak olup, bu tür davranışlardan kaçınmak bir yana, asıl ve önemli olan da, bu davranışların dinin usulünden olduğudur. Bizler, bu gibi inkârcı davranışları önlemek için himmet ve ciddiyetle işe başladık. Cehd ve gayret ile aklımızın aldığı ve gücümüzün yettiği kadar bildiriler ve risaleler yazdık. Duamız, kusurlu tabiatlı cahilleri kendine çekerek, şüphe ve vehim aşılayan şeytanlara bir taş ve kâmil olan müzminlerin zihinlerine bir hatıra ve uyarı olsun. Allah (CC)'a güvenir ve O (CC)'ndan yardım isteriz. Arzu ve emelimizin gerçekleşmesini, hâlimizi güzelleştirmesini, işlerimizde başarılı kılmasını, gerçek yardım ve hidÂyetini diler, sağlam ipine tutunmamızı yüce varlığından arz ve niyaz ederim.
GÜÇLÜ İNANÇ VE ALLAH (CC)'A YAKINLAŞMAK
Ey kardeşlerim! İyi bilmek gerekir ki, aklî ve naklî kesin ispatların gösterdiği gibi, vücudun oluşmasının Allah (C.C)'tan gayri bir etkileyicisi yoktur ve yaratmak sadece Allah (CC)'a mahsustur. Zira keyif ve bid'at ehlinin ortaya çıkmasından önce, bütün dinlerin milletlerini ve Müslümanları biraraya toplamış olsan, Hakk Teâlâ (CC)'nın âdeti üzere yarattığı mülkte ve melekûtta, her şeyin ancak adi vasıta ve sebeplerle vuku bulduğunun delillerini görürsün. Bir kimse vicdanına danışarak âleme bakacak olsa, gerçek ve İlâhî hazineyi Âyet-i Kerime'de yazılı olduğu gibi görür. Fussilet sûresi, 53. Âyette:
"Onun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar, varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabb'inin her şeye şahit olması yetmez mi?" buyurulmaktadır.
Hayatın başladığı günden biteceği güne kadar, insanı şaşı ve kör eden şeyin sebep ve vasıtalar olduğu, tanık ve ispat gerektirmeyen apaçık bir akılla idrak etmiş olur ki, bu vesileler 4 kısımdır.
Başlığa Dön
VUSUL VE İTTİSAL BASAMAKLARI
1- Istırarî hayat (yaşamak zorunluğu)
2- Istırarî tecavüz (sataşmak veya düşmanlık zorunluğu)
3- İhtiyarî hayat
4- İhtiyarî tecavüz (ihtiyarî düşmanlık zorunluğu)
Hakk Teâlâ (CC), kesin ve mutlak âdeti üzere, basit sebep ve vasıtalar olmadan eserini yaratır. Lâkin Allah (CC), bu âdeti yırtarak, insanları irşad için basit sebep ve vasıtalarla eserini yaratır. Basit sebep ve vasıtalar olmadan da eserini yaratan HakkTeâlâ (CC), dilerse eseri tamam olsun veya olmasın, yok etmeye kâdirdir. Meselâ Hakk Teâlâ (CC), ana ve babayı, insanları yaratmak için etkili bir vasıta kılmıştır. Mesela Âdem Aleyhisselâm'ı anne ve babasız yarattığı gibi, İsa Aleyhisselâm'ı da sadece annesini vasıta kılarak, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'i ise hem anneli ve hem de babalı yaratmıştır.
Ve yine Yüce Allah (CC), yüksek derecedeki harareti, yakmak için etkili bir sebep ve vasıta kılmıştır. Ancak İbrahim Aleyhisselâm bu sebep ve vasıtayı yırtıp geçmiştir. Nitekim Hakk Teâlâ (CC), güçlü Kitab'ının Enbiya Sûresi'nin 69. Âyet'inde:
"Biz: 'Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve zararsız ol' dedik" buyurulmaktadır.
Hak yolunda olanlara göre geçerli olmayan Semendel adlı eserde, sebep ve vasıtalar ile ilgili olmak üzere, çeşitli yorumlarda bulunulmuştur. Bu yorumlar, bir kısım sanat sahibi ehil kişileri işinden uzaklaştırmaktadır. Eserin yazarı, bu türlü hareket ile boş gezenler, işsizler, tabiatçılar ve mülhidler gibi kişiler üzerinde etkili olacağını zannetmektedir.
Bunlardan bir kısmına göre, yaratıcı, yapacağı şeyi kendi iradesi ile değil, zorunlu bir şekilde, lüzumuna göre ve bir şart olarak yapmaktadır. Yani Hakk Teâlâ (CC), bir sebep ve etki olmadan icad edemeyeceği gibi, tam olarak da icad edemez, düşüncesindedirler. Bu düşüncede olanlar, filozoflar ve onları takib edenlerdir.
Bir kısmı da sebep ve vasıtaların yaratıcı olduğunu düşünürler ki, bunlar da müşriklerdir. Allah (CC)'a ortak isnad ederler. Bunlar üç zümre olup, ebedi ateşte yanacaklardır.
Buraya kadarki gruplandırmaya birinci grup dersek; bir başka grup daha vardır ki, ikinci grup olup bunlar, yaratmada sebep ve vasıtaların hiçbir rolü olmadığını düşünürler. Yani kuldan çıkan fiillerde, kulun tasarruf kudretinin olmadığını ve bütün fiillerin Allah (CC)'ın takdiri ile olduğunu düşünürler. Bunlara, Cebriye taifesi denir. Bunların söz ve düşünceleri, akıl ve hisse aykırıdır. Üçüncü guruptakiler ise insanların, hayvanların, cinlerin, şeytanların, meleklerin, hurilerin, on yaşından küçük sabilerin kendi fiil ve davranışlarını, ihtiyarî olarak yapmak için yaratılmış olduklarını düşünürler. Bunlara da Mutezile adı verilir. Cebriye ve Mutezile taifesi, bid'at ehli olup kâfir değildir.
Üçüncü kısımda bulunan insanlar ise: "Yaratıcı ve etkili olan yalnız Yüce Allah (CC)'tır; sebep ve vasıtaların ne etkisi, ne de yaratıcılığı vardır" derler. Bu grup insanlar Müslümanlar olup, hakikat de budur. Müslümanlar da dört kısma ayrılırlar:
1- Düşünce ve davranış olarak gelişigüzel yetişen insanlardır ki, sebep ve vasıtaları görünce, bunların Allah (CC) tarafmdan halk edildiğini anlarlar. Fakat işin esasını kavrayamayan, basit görüşlü insanlardır. Bu kişiler, kalb ve vicdanlarına başvurduklarında, Allah (CC)'ın müessiriyetini doğrulamış olurlar.
2- Bu grup imanlı olup, Allah (CC) yolunda yürüyenlerdir. Sebep ve vasıtaların Allah (CC) tarafından var edildiğini gördükleri halde, kalb gözleri açılmadığından, bu müessiriyeti müşahede edemezler.
3- Bu zümredeki insanlara gelince, bunlar, ilim ve irfan sahibi, olgun ve kâmil insanlardır. Bu kişiler sebep ve vasıtaları gördüklerinde, bunların Yüce Allah (CC)'ın kudreti ile oluştuğunu ve Allah (CC)'a kavuştuklarında, tecellilerini müşahede edeceklerini bilirler. Buna yaratılanın Yaradan'a yükselmesi (kurbiyyet) denir. Bu da bir saniin (yapıcının), sun'unu yani yaptığını gördüğü gibi, bir şey icad edenin icad ettiği şeyi, yani icadını görmesi gibidir. Örnek olarak Şuara Sûresi, Âyet 62'de Musa Aleyhisselâm'ın: "Hayır! Rabbim, benimle birlikte-dir; bana hidâyetini gösterecektir" buyurduğu gibidir.
4- Bu grupta olan insanlar, kalbleri ve basiretleri tam olarak kemale eren ve kudsî yöne erişenlerdir ki, bunların kalblerinde kudsî nur parıldamaktadır. Bu nur ile Allah (CC)'ın zatiyetinin sıfat ve sun'unun mazhariyetini görenlerdir. Buna Sani'den Masnua iniş veya Hâlîk'dan mahlûka düşüş adı verilir. Nitekim Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in Ebabekir (RA)'e hitabında: "Üzülme, Yüce Allah bizimledir" buyurduğu gibidir.
Ve yine bazı âriflerin "Ben, bir şeyi görmeden önce ancak Allah'ı görmüşüm" dedikleri gibidir.
Böylece yukarıda olanlardan üçüncü kısımda olanlar, aynı tasdik ile şuhudî imanı, ilmî imana eklemişlerdir.
Dördüncü kısımdaki insanlar, diğerlerinden daha da üst seviyelere yükselirler. Allah (CC)'ın velileri dördüncü mertebeye yükseldikleri halde, Musa Aleyhisselâm, sitem ettiğinden dolayı, dördüncü mertebeye yükselememişlerdir. (Muhakkak ki peygamberlerin yaratıldığı Nübüvvet nuru, Velâyet nurundan daha efdaldir. Burada, Musa Aleyhisselâm'ın velâyetinden söz edilmektedir.)
Zira Hazret-i Musa (AS)'ın bu sözünden, kendisini dinleyenlerle ilerlediği (bu kimse duyan kavmi ile ilerledi) sözünün anlamında olduğu gibi, dördüncü mertebeye yükselemeyip, üçüncü mertebeye kadar yükselmiştir. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Ebubekr Sıddık (RA)'a: "Allah bizdedir" demeyip: "Yüce Allah bizimle birliktedir" demişler. Bu sebepten şöyle denir: "İnsanlarla akıllarının aldığı ölçüde konuşmalıdır"
Olabilir ki Hazret-i Musa (AS), firavunların üzerine geldiğini görünce, kendisinde korku hâkim olarak kendisine vaad edilen yüksek mertebeden sarf-ı nazar etmiş, nefsini yoklamaya inmiştir.
Bu dört duraklı mertebenin herbiri, velilik makamlarında görülür. Daha sonra nübüvvet makamlarında, risalet makamlarında, daha sonra yüksek güç ve azim makamlarında, en sonunda peygamberlik makamlarında oluştuğu görülür. Bu sonuncu makam, Hazret-i Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in mertebe ve durağıdır. Hazret-i Musa (AS)'nın "Bende Allah (CC) vardır" kelâmı sebebiyle dördüncü mertebeye önce yükselemediği, tövbe edip pişman olduktan sonra bu mertebeye varabildiği, İmam Beyzavî'nin Fatiha Sûresi tefsirinden anlaşılmaktadır. Bu husus, bazı filozof ve hekimler tarafmdan işaret edilerek:
Bazıları: "Allah (CC)'ın ilmi, zatiyetinde korunmuştur, âlemin ilmine benzemez" derler.
Bazıları: "Onun ilmi, âlemin ilmine katılmıştır; Yüce Allah (CC), âlemi, zatî sıfat mazhariyeti yapmıştır" derler.
Bir kısmı da: "Yüce Allah (CC)'ın âlem hakkındaki bilgisi, bizatihi ilminde bulunmaktadır" derler.
Dünyada, Hakk Teâlâ (CC)'nın zâhirî gözle görülmesi, lâfzının da zâhirî kulakla duyulması mümkün değildir. Ancak Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Mirac Gecesi'nde Yüce Allah (CC)'ın lâfzını zâhirî kulağı ile duymuş, zatını da zâhirî gözü ile görmüştür. Bir de Musa Aleyhisselâm, birkaç kez zâhirî kulağı ile kelâmını duymuştur. Yüce Allah (CC)'ın zatını zâhirî gözle görmek ve lâfzını zâhirî kulak ile işitmek, ancak kıyamet gününde imanlı erkek ve kadınlara kısmet olacaktır. Buradaki ihtimaller de şöyledir:
Ahiret gününde mü'min erkek ve kadınlar, Hakk Teâlâ (CC)'yı şöyle görür ve duyarlar: Yüce Zatı'nı görmek ve sesini işitmek hali, önce kalbe sirayet eder, sonradan insanın yapısındaki görme ve duyma vasıtalarına intikal eder; bütün zâhirî azalar, bu sirayetten etkilenerek kendine düşen payı alır. Böylece Yüce Hâlîk (CC)'ı görme ve lafzını duyma gerçekleşir. Bu fiile, vücudun bütün zerreleri katılır. İmam Beyzavî (RA), gerek Tâhâ Sûresi'nin tefsirinde ve gerekse Hakk Teâlâ (CC)'nın Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e hitabı olan Şuara Sûresi'nin 193. Âyet-i Kerime'sinin tefsirinde olduğu gibi, vücudun bütün zerreleri, sebep ve vasıtalar olmadan, Yüce Zatı'nı görecek, kelâmını işitecektir. Bu duyuş ve işitiş, Enbiya'da olduğu gibidir. Şuara Sûresi 193, 194, 195. Âyet'inde:
"Apaçık Arap diliyle uyaranlardan olman için onu, senin kalbine indirmiştir" buyurulmuştur.
Yukarıda anlatılan ahiret günündeki mü'min erkek ve kadınlar konusu, umumu kapsar. İmam Beyzavî'nin tefsiri, daha yakın ve doğru ihtimaldir.
Hakk Teâlâ (CC), güçlü Kitabı'nın Kıyâmet Sûresi'nin 22-23-24. Âyet'inde:
"O gün bir takım yüzler, Rabbleri'ne bakıp parlayacaktır. O gün bir takım yüzler de asıktır" buyurulmuştur.
Bu yönü inceleyecek olursak, Yüce Allah (CC), çocuk henüz ana rahminde iken, ona ruh üfleyince, doğacak çocuğun bütün zerrelerine nurunu akıtmış olur.
Anlaşılan şudur ki, yarattığı bütün beşeriyetin vücutlarının bütün zerrelerine nurunu akıtmış olur. Kişi, bu İlâhî ruh ve nurun etkisi ile bütün zerreleriyle görmeye, işitmeye, tad almaya, koklamaya, hayal kurmaya, düşünmeye, hissetmeye başlar. Kişide nurdan oluşan bu güç ve kuvvet, canlılarda işaret edildiği gibi, öğrenme konusunda ise buna ilim adı verilir. Anlayış ve idrak yönünde ise buna akıl adı verilir. Bu konuda konuşanların düşünce ve sözleri böyledir. Temel olarak zâhirî ve bâtınî hislerin kaynak yeri akıldır. İmamların imamı Hazret-i Eş'arî (RA), bu konuda: "İnsandaki her his veya duygu, diğerlerinin duyduğunu duyar. Lâkin insanda oluşan İlâhî nur, zâhirî, bâtınî ve aklî hislerden gayrısını, müşahede âlemini, karanlıklar ile örtmüş ve kapamış olur. Bu karanlık örtü, ölüm acısının etkisiyle son bulur." Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, bir Hadis-i Şerif'inde bu konuya temas ederek:
"İnsanlar uyku halindedir, ancak ölümle uyanırlar; o zaman iş işten geçmiş olur. Sırat'ı aşınca, görüşleri daha çok artmış olur" buyurmaktadır.
Yüce Allah (CC), güçlü Kitabı'nın Meryem Sûresi'nin 71. Âyet-i Kerime'sinde:
"Sizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu, Rabbi'nin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür" buyurmaktadır.
Sahih-i Buharî'deki bir Hadis-i Şerif'te:
"Cennetle cehennem arasındaki hayat kaynağına kişi dalmış olursa, taşıdığı nur daha güçlü ve daha tam hale gelir. Kişi cennete vardığında, bütün azaları, gözü ve kulağı ile mücessem bir nur haline gelir" buyurulmaktadır. Hakk Teâlâ, güçlü Kitabı'nın Kaf Sûresi'nin 22. Âyeti'nde:
"Ona: 'And olsun ki sen, bundan gafildin; işte senden gaflet perdesini kaldırdık, bu gün artık görüşün keskindir' denir" buyurmaktadır.
Bu karanlık örtü insanın üzerinden kalkınca, bütün cismî azaları ile birlikte nur kesilmiş olur. Bu nur, yüzlerine vurur. Böylece yüzleri parlayarak nur haline dönüşür. Burada nurdan maksat, yüzlerin aklığı ve tazeliğidir. Bu Âyet'ten anlaşılan şudur ki; mü'min erkek ve mü'mine kadınların tümü, bu karanlık örtünün üzerlerinden kalkmasıyla, nur haline dönüşmüş olurlar ve bunu hak etmiş olarak Rabb'lerine bakmaya lâyık olurlar.
Dünya hayatında insanları örten bu karanlık örtülerin kalkışı, ancak tarikat mertebelerini izlemekle mümkündür. Ancak, dünyadaki bu karanlık örtünün kalkışı, kıyamet günündeki kalkışı gibi değildir. Velayet mertebesine gelen her veli, kalb gözüyle Rabb'ini müşahade eder, kalp kulağı ile de Rabb'inin sözlerini duyar. Ancak Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz zâhirî gözü ve kulağı ile Allah (C.C)'ı gördü ve duydu. Hazret-i Musa (AS), dünya kulağı ile Rabb'ini duydu.
Anlattıklarıma dikkat et! Bu konu hakkında kanaat sahibi ol! Hayatın sebep ve vasıtaları ıstırarî (yani mecburi) veya ihtiyarî olurlar.
Başlığa Dön
HAYATIN İHTİYARÎ SEBEP VE VASITALARI
İhtiyari sebep ve vasıtalar, kulun hayatını sürdürmek için harcadığı nesnelerdir; yemek, içmek gibi. Bunların etkileyici sebep ve vasıtaları ise namaz kılmak ve oruç tutmak gibi sebeplerdir.
Şunu iyi bil ki, hayatı etkileyen sebep ve vasıtalardan ihtiyarî olanlar, aşikâre aklîdir. Ve hissî ihtiyaçlardır. Kişi bunları idrak eder, bu yönde konuşur, bunların bizatihi etkili olduklarını düşünürse, hiçbir zaman kâfir veya müşrik olmaz. Hâlbuki işin bu bakış açısından mütalâası Müslümanların aklına gelmez. Bu kişilerin inkârı, nefsanî nisbet ve inattan olur.
Öyle ise bu dört sebep ve vasıtadan ihtiyacımızı almaya nefsimizi zorlayalım.
Başlığa Dön
HAYATIN ISTIRARÎ (ZORUNLU) SEBEP VE VASITALARI
Hak Teâlâ (CC), bu sebep ve vasıtaları, beşerin ihtiyarı için yaratmamış, yalnız beşerin ihtiyarına bırakmıştır. Dilerse öğretir, dilerse öğretmez. Bu sebep ve vasıtaları kendi rızasıyla, beşerin çoğalması ve hayâtta kalması için yaratmıştır: Gökleri, yeri, bulutları, yağmur ve benzerlerini yaratmış, buna zıd olarak da etkileyici sebep ve vasıtalar olarak da semâvî kitapları, elçileri, âlimleri var etmiştir.
Bunlardan bir kısmı hissîdir, bir kısmı ise delil ve ispat üzerinedir. Hz. Âdem (AS) ve ailesi, Hz. Havva zamanından bu güne kadar sürüp gelen, babaların sulbü ve anaların rahmi gibi sebep ve vasıtalardan dolayı. Yüce Allah (CC), güçlü Kitab'ın Hac Sûresi'nin 5. Âyet'inde:
"Sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından; sonra tamam ve ayıpsız, nâtamam suretsiz bir halde bir et parçasından yarattık" buyurmaktadır.
Ve yine Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, bir Hadis'inde:
"İçinizden biri yaratılacağı zaman, annesinin karnında kırk gün bir su toplar. Sonra bu su, pıhtı olur. Sonra Yüce Allah (CC) meleğini göndererek mahlûkuna ruh üflemiş olur." buyurmuştur.
Allah (CC)'ın selâmı üzerine olsun, Hazret-i Âdem'in sulbüne, Allah (CC), dünya üzerinde kıyamete kadar doğacak olan insanlar sayısına yetişecek kadar zerrecikleri emanet olarak koymuştur. Hazret-i Âdem Aleyhisselâm hanımı Havva anamıza yaklaştığında, sülbündeki bir zerrecik, doğacak evlât olarak intikal etmiş olur. O da hanımına yaklaştığında ondaki bir zerre de hanımının rahmine geçmiş olur. Nitekim ârif ve âlim kimseler kitaplarında, müfessirlerin ise tefsirlerinde, meselâ Celâleyn'de bu konu ile ilgili Âyetler'in tefsirinde: "ihbitu" (inin. düşün) İlâhî emri görülür.
İmam Beyzavî ve diğerleri, Âyetler'in tefsirinde yazdıkları gibi, Hac zamanında insanlara ezan okuyan Hz. Îbrahim (AS)'e atfen şöyle derler: Hakk Teâlâ (CC), Hz. İbrahim (AS)'in sesini dinlemiş ve onun sözüyle ezanı kabul etmiştir. Babaların sulbünden ve anaların rahminden çıkanların, kıyamet gününe dek, hacca gitmelerini farz kılmıştır. Ve yine Kur'an-ı Kerim'de:
"Babalarını Nuh'un gemisine yükledik, o vakit sizler henüz onun sulbünde idiniz"
Ve yine Yüce Allah (CC) A'râf Sûresi 172. Âyet'inde:
"Rabb'in Âdemoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' demiş ve buna kendilerini şahid tutmuştu" buyurarak, bizlere bir örnek daha vermektedir. Bu ve benzeri Âyet-i Kerimeler, insanların Rabb'lerini bilecek ve O (CC)'nun hâkimiyetini kabul edecek tabiatta yaradılmış olduklarını, temsilen anlatmaktadır. Bazıları da: "Hakk Teâlâ (CC), emanet ettiği zerreleri, âlemin ve sair beşerin sulbünden çıkararak, bunları, insanlara akıl olarak yüklemiş ve bunları yüklenenlerin nefsine şahid kılmıştır" derler.
İmam Beyzavî'nin bu hususa itirazı, bu zerreciklerin insan sulbünde bulunduğu ile ilgili olduğu konusuna değil, Yasin Sûresi'nin 41. Âyetinin tefsirinedir.
Yasin Sûresi, 41-42. Âyet-i Kerime'de:
"Onlara bir delil de soylarını dolu gemiyle taşımamız ve kendileri için bunun gibi daha nice binekler yaratmış olmamızdır" buyurulmaktadır.
İmam Beyzavî, bu Âyet'in tefsirini inkâr etmiştir. Yoksa Yüce Allah (CC)'ın, Âdem'in ve beşerin sülbündeki emanet olarak bıraktığı zerrecikleri değil... Yasin Sûresi'nin tefsirini yaparken, bazı yerleri inkâr etmeden açıklamıştır. Bu konuda birçok Hadis de bulunmaktadır. Bu sûrede bulunan Âyet'te kastedilen mana her gemi için değil, yalnız ve yalnız Nuh'un gemisi içindir, fikrini benimsemiştir.
Bazı kimselerin dediği gibi, ruh ve aklın bu zerrelere asılıp tutunması ve sonra bunların bulundukları yerden yok edilmesi, daha sonra zerrenin çocuğa dönüşünce yine oraya asılıp tutunması tenasühtür. Ve yine bir düşünceye göre: "Ruhun, aklın ve hayatın zerreye asılıp tutunması, insan bünye ve mizacındaki şartlardan ileri gelmektedir. Hayvanî ve nebatî olan iki ruhun ise zerre ile alâkası, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' sözü ile tahakkuk etmiş değildir" görüşü vardır. Bu her iki düşünce de bâtıldır. Tenasüh ile ilgili bâtıl düşüncede şayet ruh, insan vücuduna asılıp tutunduktan sonra diğer bir bedene asılıp kalırsa, şu halde ilk bedene külli ve tamamen uymamış olur. Şayet ruh, ilkten zerreye asılıp kalır, sonra silinip giderse ve sonradan aynı yere ikinci kez asılıp aynı zerreye tutunacak olursa ki, bu mümkün değildir, o vakit ruh, bir diğer zerreye asılıp kalır.
Zira Yüce Allah (CC), ruhu, zerrenin artık bölünmez cüzünün cüzüne asılmadan kalacak özellikte halk etmeye güç ve kudret getirir. Bu ruh, hayvanî veya nebatî olabilir. Hayat şartlarının bünye, mizaç ve ruha uymadığı konusuna gelince; batıl görüşte olan Mu'tezile ve filozofların aksine olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah (CC), bir zerreyi büyüterek bir vücut ve bünye haline getirecek imkâna sahiptir.
İbn-ül Hacer (RA), Fetavi el-Hatime adlı eserinde, hayatın birinci gününde, ruhların Hz. Âdem (AS)'in sırtından bir zerre gibi çıktıkları vakit, Yüce Allah (CC)'ın onlara "Ben Rabb'iniz değil miyim?" sorusunu hitap buyurması ve bunu iki kez tekrarlanması, o vakit ruhlarımızın cesedsiz bulunmakta olduğunu gösterir, demiştir.
Doğrusu şudur ki, sünnet ehlinin ittifakınca, ruh, cesetlere veya cisme yüklenmiş bir vaziyette bulunmaktadır. Bunu bazı topluluklar inkâr etmişlerdir. Hayretimi mucip olan da İmam Beyzavî ve diğer kendi gibi olanların, bu gibilerin düşüncelerine katılmış olmalarıdır. Bazı imamlar, onun hakkında: "Sonradan bu zatın din babında kesin inkârı son bulmuştur" derler.
Her halükârda sünnet ehlinin A'râf Sûresi, 172. Âyeti hakkında söyledikleri ve tefsirleri doğrudur. Âyet, gayet açıktır. Esasen Âyetler birbirini kovalayarak, maksadı açıklar. Bu yüzden bu Âyet'i zâhiren değiştirme zarureti de yoktur. Âyetin zâhirini inkâr etmek ilhattır. Hz. Ömer (RA)'in bu Âyetler hakkında anlattıklarının zâhirine uygun olduğu görülür.
İmam Beyzavî'nin bunu inkâr etmeyerek, aradaki farkın tahakküm ve sarf olduğu anlaşılır.
Allah (CC), hayatın zaruri sebep ve vasıtalarından olan yeryüzünü, insanların geçinmeleri ve yatmaları için yerleşme yeri, gökleri de tavan olarak halketmiş; gündüzü, çalışma arzularının temini için geceyi, uyku ve dinlenme için; güneş ve ayı, zamanlarının bilinmesi ve hesaplarında yanılmamaları için; yıldızları, karada ve denizde karanlık gecelerde yollarını bulmaları için yaratmıştır. Yemeyi ve içmeyi, beslenme için gerekli görüp, hayvanları, meyveleri, ilâçları, yer ve gök arasındaki rüzgârı ve bulutları, kar ve doluyu ve bunun gibi benzer şeyleri, faydalanmak üzere insanlarm emrine vermiştir.
Âyetlerin açıkladığına göre, insanların hareketlerinde, davranışlarında ve ihtiyaçlarının temininde, her türlü afet ve zarardan korunmalarında yardım etmek üzere, Yüce Allah (CC)'ın memur ettiği meleklerin sayısı, gündüz ve gece için 300'er adettir. Bu meleklerin, insanları korumaya, her türlü hayır işlerinde yardım etmeye memur olduklarına dair Âyetler'den başka Hadisler de vardır. Bu Hadislerin bazılarını, İbn-ül Hacer (RA), Fetavil-Hatime adlı eserinde yazmaktadır. Nitekim insanları korumaya hazır melekler, asker vazifesini görmektedir. Askerlerin kumandan ve yardımcıları olduğu gibi, bu meleklerin de başkanları ve yardımcıları bulunmaktadır. Bu koruyucu meleklerin sayısı hakkında değişik rivayetler bulunmaktadır. Hizmet melekleri hakkında Kur'anı Kerim'de Âyetler bulunmaktadır. Yunus Sûresi 21. Âyetinde:
"Onlara de ki: 'Hile yapanın cezasını vermekte Allah daha çabuktur.' Elçi meleklerimiz, kurduğunuz tuzakları, hiç şüphesiz, yazmaktadırlar" buyurulmaktadır.
Keza Kaf Sûresi, 18. Âyet'inde:
"Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapteder" buyurulmaktadır.
Yine Râd Sûresi 11. Âyet'inde:
"Onların ardında ve önünde, insanoğlunu takib edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler" buyurulmaktadır.
İnfitâr Sûresi 10-12. Âyet'inde:
"Oysa yaptıklarınızı bilen değerli yazıcılar, sizi gözetlemektedirler." buyurulmaktadır.
İnsanlar tarafından davet edilsin veya edilmesin, insanların her türlü ihtiyaçlarında yardıma hazır olan melâikeler vardır ki, yardıma yetiştikleri yere göre deniz melâikeleri, dağ melâikeleri, sahra veya çöl melâikeleri diye adlandırılırlar. Bunlar, ölmüş olan insanlardan oluşan canlı ruhlardır. Bu hususta doğru Hadisler vardır. İmam Nevevî (RA), İzkâr adlı kitabında, keza İbn-i Sünnî'nin kitabında, Abdullah ibni Mesud (RA)'un Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'den naklettiği bir Hadis'te:
"Şayet herhangi birinizin hayvanı geniş ve açık bir yerde elinizden kaçıp kurtuldu mu, yüksek sesle: 'Ey Allah (CC)'ın kulları! Hapsedin veya kaçana mani olun' diye iki kez seslenmelidir. Çünkü yer üzerinde Allah (CC)'ın bir men edicisi veya bir hapis edicisi bulunmaktadır. İşte kaçan hayvana o mani olur" buyrulduğunu rivayet etmiştir.
Yine tevatüren bildirildiğine göre, Eshabdan Hz. Sariye (RA), ordusu ile İran Nihavend'inde bulunduğu sırada, İran ordusu, Hz. Sariye (RA)'nin bulunduğu dağın arkasında pusuya yatmıştı. O sırada Hz. Ömer (RA), Medine'de Mescit'te minbere çıkmış hutbesini okurken, birden hutbeyi keserek: "Ey Sariye! Dağ başına, dağ başına" diyerek, kumandanını uyarmış, Hz. Sariye (RA) de bu sesi duymuş ve müşriklere gereken darbeyi vurmuştu.
Keza Ebu Naim, Hilye adlı eserinde açıkladığı bir Hadis'te: "Ümmetimin seçkin kişileri, her asırda 500 kişidir. Ebdalları ise 40 kişidir. Bu beşyüz kişi hiçbir zaman eksilmez. Ebdalden herhangi biri vefat ederse, Yüce Allah (CC), o seçkin kişilerden birini, vefat edenin yerine koyar. Bu seçkin kişiler ve ebdaller, kendilerine zulmedenleri dahi affederler, kendilerine kötülük yapan veya zarar verenlere karşı güzel davranarak ihsanda bulunurlar. Bu zatlar, böylece iyilik ve güzellik yolunda birbiriyle yarışırlar. Bunların tümü, dünya yüzünde bulunurlar."
İmam Ahmed (RA)'in rivayetine göre: "Bu ümmetin ebdalleri, 30 erkektir. Bunların kalpleri, İbrahim Halil Aleyhisselâm'ın kalbi gibidir. Bunlardan biri vefat edince, Yüce Allah (CC), yerine birini tayin eder."
Bu Hadis'ten anlaşıldığına göre, kırk ebdalden otuzunun kalbinin Hz. İbrahim (AS)'in kalbine bağlı olduğu işaret edilmekte, diğer on ebdalden söz edilmemektedir. Ne var ki, her iki Hadis birbirine zıd değildir, İbn-i Hacer, Fetavil Hatime adlı eserinde, tasavvuf konusunda yazacağı Hadisler'i toplamıştır. Burada da Teberanî (RA)'nin rivayetinde: "Ümmetimde otuz ebdal var ki, yeryüzü bunlarla ayakta durur; bunlar yağmur yağdırır, insanlara yardımcı olurlar" buyurulmaktadır.
İbn-i Asakir (RA)'in, yazdığı bir Hadis'te, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: "Şam'da bulunan ebdalin sayısı kırktır. Bunlar yağmur yağdırır, bulutları hareket ettirir. Bunların yardımı ile düşmanlarınıza galip gelirsiniz. Şam ahalisinin üzerine çöken belâ ve musibetleri uzaklaştıran bunlardır" buyurmuştur. Teberanî (RA) de naklettiği bir Hadis'te: "Ebdal, Şam ahalisinde bulunmaktadır. Bunlarla yardım görür, bunlarla mıhlanırsınız" demiştir.
Ve yine İmam Ahmed (RA)'in rivayetine göre: "Ebdaller, Şam'da bulunmaktadır. Bunlar, kırk kişidir. Biri vefat edince, Yüce Allah (CC), yerine diğer birini memur eder. Bunlar yağmuru getirir, bunların yardımı ile düşmanınızı yenersiniz. Bunlar Şam ahalisi üzerinden azap ve mihneti uzaklaştırır" buyurulmuştur.
Keza Celâl, Evliyaların Kerametleri adlı kitabında bu hususu güzelce anlatır. Deylemi (RA)'nin rivayet ettiği bir Hadis'te, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: "Ebdaller, kırk erkek ve kırk kadındır. Bunlardan herhangi biri vefat edince, Hakk Teâlâ (CC), ölenin yerine kadın ise bir kadını, erkek ise bir erkeği memur eder" buyurmuşlardır. Hadisçi İbn-i Hübbab (RA)'ın rivayet ettiği bir Hadis'te ise Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz ebdal konusuna değinerek: "Dünya üzerinde otuz veya seksenden az veya çok bir kimse bulunmaz ki, bunlarla rıziklanırsınız, bunlarla yardım görürsünüz" buyurmuşlardır.
Beyhakî (RA)'nin rivayet ettiği bir Hadis'te: "Ümmetimin ebdalleri, cennete, amelleri ile girmezler. Onlar, Allah (CC)'ın rahmeti, nefislerinin cömertliği, içlerinin safiyeti ve selâmete erişmişliği, Müslümanlara olan merhameti ile cennete girerler" buyurulmuştur.
Teberanî (RA), El Evsat adlı eserinde rivayet ettiği bir Hadis'te: "Yeryüzü, Halil-ür Rahman'a benzeyen kırk erkekten boş kalmaz. Bunlarla sulanırsınız, yardım görürsünüz. Biri vefat edince, Yüce Allah (CC), diğer canlı olanı ile değiştirir" buyurulmuştur.
İbn-i Adiy (RA) keza, El Kâmile adlı eserinde: "Ebdaller kırk kişidir. Bunlardan 22'si Şam'da, 18'i Irak'tadır. Bunlardan biri vefat ettiğinde, Hakk Teâlâ (CC), başka biri ile yerini doldurur. Yüce Allah (CC)'tan tümünün ölümü emir buyurulunca, işte o saat kıyamet kopmuş olur" buyurulmuştur.
Ebu Naim (RA) ise yine Hilye adlı eserinde rivayet ettiği bir Hadis'te, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in: "Ümmetimden 40 kişi var ki, kalbleri halen dâhi Hazret-i İbrahim (AS)'in kalbi gibidir veya benzemektedir. Yeryüzünde yaşayan insanlara gelecek olan belâyı bunlar savmış olurlar, bunlara ebdal adı verilir. Bunlar, bu ad ve makamı namaz, oruç ve sadaka ile elde etmiş değildirler" buyurmaları üzerine, Hadis'i duyan İbn-i Mesud (RA): "Peki bu makamla bu adı ne ile elde etmişlerdir?" diye sorunca, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: "Cömertlikle, Müslümanlara nasihat ve uyarılarıyla elde etmişlerdir" buyurmuşlardır.
Ebu Naim (RA) keza, El Hilye adlı kitabında bir kutbun bulunduğuna dair şu Hadis'i rivayet etmektedir: "Yüce Allah (CC), her bid'ata karşı İslâm ehlini koruyacak, onları bid'attan uzaklaştırıp men edecek, bid'atı zem edecek bir veliyi memur etmiştir. Bunlar, zayıfları bid'attan men edip korumak için Allah (CC)'a güvenerek meclislerde hazır olurlar. Bu gibi işlerde Allah (CC)'a güvenip onu vekil kılmak yeterlidir."
Tirmizî ve Ebu Naim (RA ecmaîn)'in anlattıkları bir Hadis'te: "Her asır içinde ümmetimden bu yolda yarışçılar bulunmaktadır" buyurulduğunu naklederler. Ebu Naim (RA) ise: "Gelecek asırlarda, ümmetimden yarışçılar bulunacaktır" buyrulduğunu nakleder. Buna benzer pek çok Hadis vardır. Tevatüren gelen bir Hadis'te:
"Yüce Allah (CC), her yüz senede bir kez, ümmetin başına dinlerinin işini yenilemek üzere birini gönderir" buyurulmuştur.
Buharî ile Müslim (RA ecmaîn) Sahih adlı eserlerinde ve diğer eserlerde de birçok yollarla, belki de tevatür yoluyla, birçok Hadis toplamışlardır ki, bunları her Müslüman bilmekte olduğundan, böylece şöhretin doruk noktasına varmışlardır. Nitekim bu Hadisler'den biri de şöyledir: Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: "Ümmetimden halen bir taife vardır ki, Allah (CC)'ın hak buyruğu gelinceye kadar, hak yolda yürümekten çekinmezler. Bunlar, zâhirîlerdir" buyurmuşlardır.
İmam Buharî, bu zâhirîler hakkında: "Ne var ki bu zümre, ilim ehlidir. Bâtınî ilim ise kanıt ve tanık gerektirmeyecek derecede bellidir. Bir kimse zâhirî ilim sahibi olup da kendisi bir şer işleyip, kutsi cihete yönelmiş değilse, o kimse, Hakk yolunda olmayıp dünya leşinden pay almak için çıkmıştır. Belki de bu gibilerin, dini yıkmak için selef oldukları eski kâfirlerin yerini almak için ortaya çıktıkları düşünülür" demektedir.
Başlığa Dön
EVLİYALAR VE KUTUPLAR
Şimdi evliyalar ve kutuplar konusunda söz etmenin iki yararı vardır:
Birincisi: Yukarıda geçen Hadisler'de sayıların birbirini tutmaması, daha önce sözünü ettiğimiz melâikeler konusunda başkanlar, yardımcıları ve subayları gibi değişik seviyede olmaları sebebiyledir.
İkincisi: Değişik Hadisler'de yazıldığı gibi, ebdal konusundaki açıklamalarda, bunlardan bazılarının Mekke-i Mükerreme'de, Şam'da veye Irak'ta olmaları, işlerinin merkezi olarak bu yerlerin imkân dâhilinde olacağı gibi, zatî cisimleri ve mekânları bu saydığımız yerlerden başka yerlerde olsa dahi, diledikleri yer ve mekânda tasarrufları geçerli olur. Bunlar, her yerde hazır ve nazır olurlar.
Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'den sonra gelen dört halife, tahir hanımlarının ve Müslümanların umumi rey ve tasvibi ile kutuplar makamında idiler. Hâlbuki hilâfet ve velayet makamına geldiklerinde, cisimleri Mekke-i Mükerreme'de değildi.
Şunu bil ki! Bazı Hadisler'in açıklamaları birbirini tutmuyorsa da, bunların arasındaki müşterek ifade, tam tasarrufa sahib ölü veye diri olan evliyaların mevcut olduğu ve onlardan yardım istenildiğinde yardımda bulunduklarıdır. Nitekim bu gibi zatları adları ile çağırmanın caiz olduğu, tevatüren gelen haber ve Hadisler'den anlaşılır.
Bu Hadisler, bize delil-i katî olarak sabit olup, şek ve şüpheden uzaktır; bunu hiçbir şey lekeleyip karalayamaz. Bunun aksini söyleyen, ancak kendini herkesten büyük gören, Allah (CC)'ın utandırdığı kötü kişilerdir ki, aklî saplantısı bozuk olup da her şeyi kendine mal etmek isteyen, âlemi ellerinde diledikleri gibi tasarruf etmek isteyen bâtınî memurların mevcudiyetlerinin bulunduğunu iddia edenlerdir. Hakk Teâlâ (CC)'nın güçlü Kitabı'nda: Hızır Aleyhisselâm'ın içine bindiği gemiyi, zâlim korsanın eline geçmemesi için delmesi; daha sonra bir yetim çocuğun vakti geldiğinde hâzinesine sahip olabilmesi için hâzinenin içinde saklı olduğu duvarı örmesi ve sâlih bir kişinin evlâdı olduğu halde, büyüyünce bâtıla yöneleceğinin bilinmesi ile Allah (CC)'ın emri gereği, bir çocuğu öldürmesi gibi gerçeği yansıtan hikâyeler vardır.
Zira bu âlemin bâtınî ve zâhirî yönleri vardır. Âlemin zâhirî nisbetine göre zâhirî memurları vardır ki, bunların filleri, hislerle anlaşılır. Âlemin bâtınî nisbetine göre bâtınî memurları vardır. Bunların fiil ve amellerini, ancak Allah (CC)'ın temiz ve saf kulları hissedebilir. Başkaları bunları hissedebilseydi, yukarıdaki sözü geçen geminin Hızır Aleyhisselâm tarafından batırılacağını, kendisinden başka kimseler de bilirlerdi ve gemiyi batırmasına mani olurlardı. Keza Hızır Aleyhisselâm'ın diğer fiillerine de engel olurlardı.
Allah (CC)'ın özel ve has kullarından olup da İlâhî gizlilikleri bilen bâtınî memurların varlığını inkâr edenler, bu inkârlarıyla Allah (CC)'ın yakınlık alanından uzaklaşacaklarını bilmelidirler. Çünkü bu düşüncede olanlar, hakikati idrak etmekten uzaklaşırlar. Hâlbuki Yüce Allah (CC), üst ve büyük rütbede olandan, en küçük rütbede olana kadar bütün insanlara, fark gözetmeden, bütün incelikleri emreder.
Musa (AS), Yüce Allah (CC)'ın peygamberi ve O (CC)'nun üstün ve güç sahibi elçisiydi. Hatta bazıları onun hakkında, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'den sonra en faziletli peygamber olduğunu söylemişlerdir. Hızır Aleyhisselâm için de bazıları veli, bazıları da peygamberdir, demişlerdir.
İşte yukarıda Musa Peygamber ile Hızır Aleyhisselâm hakkında anlatılan hikâyede, bu kişilerin fiil ve davranışlarından maksadı, insanları irşad etmek ve onlara doğru yolu göstermektir.
Ey kardeşlerim! İnsaflı olursanız, âlemde bâtınî memurların varlığına ve onlardan yardım taleb edilmesine inanarak tam kanaat sahibi olursunuz. Dininizin usul ve kaidelerini, Âyetler'in doğruluğunu anlarsınız. Yüce Allah (CC)'ın vazifelendirdiği bâtınî memurların mevcudiyeti ve onlardan yardım istemen meşruiyeti, İmam Buhârî'nin sahihindeki Hadisler'le açıklanmaktadır. Nitekim Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in gözcü olarak gönderdiği ensardan Âsım bin Sâbit (RA) ve maiyetinde olanların müşrikler tarafından öldürülmesi hikâ-yesi, şöyle anlatılmaktadır:
Âsım bin Sâbit (RA), kalabalığa hitaben: "Ey insanlar topluluğu! Ben, bir kâfir için zimmet sahibi olmaya tenezzül etmem. Ey Allah'ım! İçinde bulunduğumuz durumdan Yüce Peygamber'ini haberdar et!" der. Âsım bin Sâbit (RA)'in bu dua ve yalvarışı üzerine, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Âsım bin Sâbit (RA) ve maiyetindekilerin öldürülüp öldürülmediğini anlamak için Kureyş'den bazı kimseleri göndermiş ve eğer öldürülmüş iseler, ölüm olayının isbatı için onlara ait birkaç eşyanın getirilmesini istemişti. Çünkü Âsım bin Sâbit (RA), kâfirlerin ileri gelen büyüklerinden birini öldürmüştü. Yüce Allah (CC), Âsım bin Sabit (RA)'e erkek arılardan bir bulut göndererek, onu dört bir yandan sarmış, böylece müşrikler ona yaklaşamadığı gibi, ondan ufak bir parça dahi kesip koparamamışlardı. Bu sebeple Âsım bin Sâbit (RA), Allah (CC)'a yalvararak yardım istemiş, Cenab-ı Hakk (CC) da duasına icabet etmişti.
Bir kimsenin bulunduğu yerden ne kadar uzakta olursa olsun, gaibin kendisini çağıran sesini duyması mümkündür. Bu, Hazret-i Ömer (RA) ile Sariye (RA) arasında oluşan seslenme gerçeğine benzemektedir.
Hayret edilir ki, Allah (CC)'a ve Müslümanlara düşman kâfirlerin bazıları, Yüce Allah (CC)'tan, seslerini uzaklara duyurmak için bir alet icad etmeleri konusunda yardım istemişlerdir. Bu alet vasıtasıyla, çok uzak mesafelere seslerini duyurmak imkânını bulmuşlardır. Bir kimse bu olayı inkâr ettiği takdirde, inkârcıya, koyu cahil damgası vurulur. İnsanlar icad ettikleri vasıtalarla uzak mesafelere seslerini duyurdukları halde, kudret ve imkânı her şeyin üstünde olan Yüce Allah (CC)'ın evliyalarına ve sâlih kullarına bâtınî aletler vasıtasıyla seslerini dilediklerine duyurmak imkânı vermesinin inkâr edilmesi, çok şaşırtıcıdır. Bu gibilerin görecek gözleri olmadığı gibi, duyacak kulakları ve hatta anlayacak kalbleri de yoktur. Bunlar, tıpkı, sağır olup kendi sesini tanımayan kimselere benzerler. Fakat şu bir hakikattir ki, batınî meydanların genişliği, zâhirî darboğazların kat kat üzerindedir. Zâhirin bâtın ile farkı, âdemin (yokluğun) varlık ile farkına benzer.
Ulu kimseler vefat etseler dahi, gerçekten canlı kalırlar. Bunları çağırmak ve yardımlarını istemek, caizdir. Bedenleri çürümez, ruhları asılı kalır. Sünnet ehli böyle düşünür. Bu hususta gayet açık Âyetler ve Hadisler vardır. Ruhların ölmeyip bâkî kaldığı, bütün Müslüman milletlerin âlimleri tarafından ittifakla kabul edilmiştir.
Hadis kitaplarında özellikle Sahih-i Buharî'de buna misal olarak şunlar yazılıdır: Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Bedir savaşında şehid olanlara hitaben: "Rabb'inizin sizlere vaad ettiklerini gerçekten buldunuz mu?" dediğinde, Eshab-ı Kiram'dan Nâfî, Abdullah ve diğerleri, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e: "Ey Allah'ın Resulü! Sen, ölmüş kişilere mi sesleniyorsun?" diye sorduklarmda, Efendimiz onlara: "Siz, söylediklerimi onlardan iyi duyamazsınız" buyurmuşlardı.
İnatçı ve inkârcı olan bir kişi, bu Hadis'in doğruluğunu kabullenmeyebilir ve Yüce Allah (CC)'ın kitabında, Fatr Sûresi 22. Âyet'te buyurulan:
"Sen kabirlerde bulunan ve ölü gibi olan kâfirlere söz işittiremezsin" İlâhî ke-lâmına da karşı çıkar.
İnkârcılara cevabımız şöyledir: Bu Hadis'i bizlere nakleden âdil, güvenilir ve sözleri makbul olan bir zatdır. Bu Hadis'te "esselâmü aleyke" sözcüğü, Arapça'da canlı olan, hemen yakınımızda bulunan kimseye hitap tarzıdır. Her Müslüman erkek veya kadın, namazlarında tehiyyat sırasında: "Esselâmü aleyke eyyühen-ne- biyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü" demekle, ölmüş olan gaibe, hayatta imiş gibi selâm vermektedir. Bu selâm, her namazda vacip olmuştur. Ne hikmettir ki kişi, kıldığı her namazda, insan dilinin akan bir su gibi ne hikmet olduğunu bilmeden Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e salât ve selâm verdiği halde, âlimlere ve evliyalara dil uzatan bu inkârcılar, bu ciheti nasıl açıklayacaklardır? Biz, münkirlere karşı, bu ciheti şöyle manalandırırız: "Ya Abdülkadir Geylânî!" diyerek noktalarız.
Bütün Hadis kitapları, sahihler, fıkıh, mezhep kitapları, bir kimsenin ziyaret maksadıyla kabristana girdiğinde:
"Sizlere selâm olsun ey müminler diyarının evi. Sizler, bizleri geçtiniz, bizler de sizlere imanlı olarak yetişeceğiz, Sizlere, Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed, O'nun Resulü'dür diyerek, Allahaısmarladık diyeceğim"
İşte kabristandaki ölülere selâm, eskiden beri böyle verilmektedir; bu türlü hitap, herkesçe bilinmektedir ve bilinmesi de zaruridir. Bu türlü hitap, bize, ölenlerin yaşadığına delâlet etmektedir. Hakk Teâlâ (CC)'nın yüce Kitabı'nda buyurduğu gibi: "Sen, kabirde olan sesleri duyamazsın" Âyet-i Kerime'sinin tevilinde: "Sen, bir ölüye hitabettiğinde, senin kelâmın onlara gitmez. Yalnız Yüce Allah (CC), senin konuşmanı vasıta kılarak, ona duyurur." Yüce Kitab'ın Neml Sûresi 81. Âyetinde:
"Sen, ancak Âyetimiz'e iman edip, inananlara Kur'an'ı dinletebilirsin" buyurulmaktadır.
İster gaib (ölmüş), ister canlı olsun, enbiya ve evliyalara seslenmek ve yardım istemek, iki hafızın (El Cezerî ve Siyûtî) ve Teberanî (RA ecmaîn)'nin rivayetlerinde mevcuttur ve bu rivayetler de bizlere yeterlidir.
Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, hayvanını boş ve geniş arazide elinden kaçıran adama: "Ey Allah'ın kulları hapsedin, hapsedin!" diye seslenmesini emir buyurmamış mıydı? Ve yine rivayete göre, bir kimse yardıma ihtiyaç duyunca: "Ey Allah'ın kulları! Bana yardım edin" diyerek birkaç kez seslenilmesini emir buyurmamış mıydı? Burada "Ey Allah'ın kulları" sözcüğünden maksat, ölmüş veya canlı yani gerek beşer ve gerekse melâike olsun, sâlih kişilerdir.
"Nur-ül İnsaf fî Keşf Zulmihil-hilâf" adlı eserde, İbn-i Asakir'in yazdığı bir tarih kitabında, İbn-ül Cevzî'nin Mesiril Garam adlı eserinde, keza İbn-i Neccar'ın da gösterdiği ve sağlam senedlere dayanan bir Hadis'inde ve Semanî (RA ecmain)'nin, Hz. Ali (KV)'den rivayet ettiği bir Hadis'inde: "Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in ahirete teşrifinden üç gün sonra bir çöl adamı yanımıza gelerek, kendini Efendimiz'in kabr-i şeriflerine atmış, dövünüp ağlayarak şöyle konuşmuştu: 'Ey Allah'ın Resulü! Bizlere bir şey söyledin, bizler seni dinledik. Allah Sübhane ve Teâlâ ne indirmiş ise iman ettik. Sana indirilen şu Âyet'i duyduk. Ben, nefsime zulmettim. Bu suçumu bağışlaman için huzuruna geldim' diye sızlanınca, kabirden: 'Suçun bağışlanmıştır' diye bir ses duyulmuştur." Burada bahsi geçen Âyet, Nisa Sûresi, 64. Âyet'idir. Bu Âyet-i Kerime'de Yüce Allah (CC):
"Biz, her peygamberi ancak Allah'ın izniyle itaat olunması için gönderdik. Onlar kendilerine zulüm ettiklerinde (yazık ettiklerinde), sana gelip Allah'tan yarlığanma dileseydiler ve peygamberleri de onlar için mağfiret dileseydi, elbette Allah'ı tevvab ve rahim bulurlardı" buyurmaktadır.
Bu sebeple Müslümanlar, önemli ve zorlu işlerinde, Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e sığınmaya tevessül ederlerdi. Yine nakledildiğine göre, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in kızı Hazret-i Zeynep (RAnha), Hazret-i Hüseyin (RA)'in şehid edildiği ve defnedildiği yerden geçerken son derece duygulanmış ve şöyle feryad etmişti: "Ya şerefli babacığım! Seni, göklerin melekleri selâmlayıp anıyor. Fakat torunun Hüseyin, al kanlar içinde, bu topraklarda yatıyor." İbn-ül Esir El Cezrî, El Kâmilü Fit-tarih adlı eserinde, bu olayı geniş bir şekilde, bütün teferruatı ile anlatıp: "Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in mübarek kızları, içinden gelen bu feryad ile kıymetli babalarına, torunu Hazret-i Hüseyin (RA)'in durumunu şikâyet etmiş ve kendilerinden yardım taleb etmişti. Bu durumdan Yüce Allah (CC), sevgili Peygamberi'ne ikdam etmiş, kısa bir zaman sonra da O'nun düşmanlarını dağıtıp parçalamıştı" diye açıklamıştır.
Keşşaf adlı eserde, Yüce Allah (CC)'ın kelâmı olan Mâide Sûresi, 35. Âyeti'nin anlamı şöyle açıklanmıştır:
"Ey inananlar! Allah'tan sakının ve O'na ulaşmaya vesile arayın"
Burada vesile demekle, bir sebep ve vasıta kast olunmaktadır. İster Peygamberler, ister elçiler olsun, hepsi daha Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz doğmadan evvel tevessül etmişlerdi. Bu husus güvenilir kaynaklardan, bahusus Hadisçi Hâkim tarafından doğru bir senedle ve Hz Ömer (RA)'den nakil ile şu Hadis'te anlatılır: "Âdem (AS), Allah (CC)'ın buyruğu hilâfına hareket ettiğinde, Yüce Allah'a yalvarırken: 'Muhammed hakkı hürmetine beni bağışla' diye hitab edince, Yüce Allah: 'Ey Âdem! Sen Muhammed'i nerede ve nasıl tanıdın? Biz, henüz onu yaratmadık' buyurmuştu. Âdem (AS) ise şöyle cevap vermişti: 'Ey Rabbim! Beni iki ellerin arasında yaratıp ruhundan üflediğin vakit, başımı kaldırdığımda, arşın direklerinde Lâ ilahe illallah, Muhammeden Resulullah yazısını gördüm. Yüce adının yanına, en çok sevdiğin yaratacağının adını koymuşsun; işte bu vesile ile Muhammed'i tanıdım.' Hakk Teâlâ, bu sözlere karşılık: 'Ey Âdem! Doğru söyledin. Zira O, yaratacaklarımdan en çok sevdiğim zattır. Mademki O'nun hak ve hürmetine bize başvuruyorsun, seni affettim. Şayet Muhammed olmasa idi, seni yaratmayacaktım" buyurmuşlardır.
Taberanî (RA), bu Hadis'e bir ilâve yaparak: "Bu, peygamberlerin en sonuncusu-dur" diye tamamlamıştır. Nitekim Yüce Allah, Bakara Sûresi 37. Âyeti'nde:
"Artık Âdem, Rabb'inden birkaç kelime telâkki etti. Bunun üzerine Allah da tövbesini kabul buyurdu, şüphesiz O, tövbeleri kabul eden ve merhametli olandır" buyurmuştur.
Allah'ın rızası üzerine olsun, gerek İbn-i Abbas ve gerekse İmam Beyzavî'nin tefsirinde bazı Hadisler'e yapılmış olan ilâvelerin bir sakıncası olmadığı, sonuç olarak aynı vakıayı anlattığı anlaşılır.
Ve yine Tirmizî ve Nisâî'nin dualarında ve Beyhakî'nin (RA ecmain) rivayet ettiği bir Hadis'te: "Âmâ bir kişi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e gelerek, gözlerinin şifa bulması için Allah'a dua etmesi talebinde bulunur. Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: 'İstersen dua edeyim, istersen sabret; senin için daha hayırlı olur' buyurduklarında, âmâ kişi, Allah (CC)'a dua etmesini tercih ettiğini söyler. Efendimiz, âmâya dönerek: 'Şimdi sen git, güzelce bir abdest al ve Allah'a: 'Ey Allah'ım! Sana döndüm, Rahmet sahibi Peygamberinle birlikte sana yöneldim. Ey Muhammed! Hacetimin görülmesi için seninle birlikte Rabb'ime yöneldim' diyerek dua ve niyazda bulun' der ve sonra Resulullah Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle dua ederler: 'Yüce Rabbim! Benim şefaatim hakkı için bu kulunun isteğini kabul et' der. Âmâ adamcağız, ayağa kalktığında, görmeye başlar."
Bütün bunlardan, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'i vasıta etmek suretiyle dua yapıldığı takdirde, Yüce Allah (CC) tarafından icabet edileceği anlaşılır. Kişi dua ederken, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in adını zikretmelidir.
Teberanî, El Evsat-ül Kebir adlı kitabında, Enes Bin Mâlik (RA)'den şu Hadis'i rivayet eder: "Esed kızı Fatıma vefat edince, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz yanına girerek başucuna oturur ve: 'Ey annemden sonra benim ikinci annem! Allah'ın rahmeti üzerine olsun' diyerek, onu, güzel sözlerle anar. Ve onu, çöl Araplarının giydiği siyah renkte dokuma kilime benzer bir elbise ile kefenledikten sonra Usame bin Zeyd'i, Eba Eyyüb el Ensarî'yi, Hattab oğlu Ömer'i (RA ecmaîn) ve siyahî bir çocuğu davet ederek mezar kazmalarını emir buyurur. Çukur kazılınca, bizzat kendileri çukura iner, mübarek elleri ile içeride kalan toprakları dışarı atar. Bu iş son bulunca, mezarın içine uzanarak: 'İnsanları canlandıran ve öldüren Yüce Allah, her zaman canlı ve ölümsüzsün. Benim annem Esed kızı Fatıma'nın suç ve günahlarını bağışla, gufranına kavuştur, gireceği mezarı geniş tutmanı benim ve benden önce gelen peygamberlerinin hak ve hürmetine kabul et. Çünkü Sen, merhametlilerin en merhametlisisin' buyurduktan sonra cenaze namazını dört tekbirle kıldırır ve kendileri ile yakın ashabından Hazret-i Abbas (RA) ve Ebubekir Sıddık (RA) ile birlikte Hz. Fatıma (RAnha) annemizi mezarına yerleştirirler. "
Sahih-i Buharî'de anlatılan bir Hadis'te: "Saralı bir kadın, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e gelir ve şifa bulması için Allah'a dua etmesi ricasında bulunur. Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: 'Şifa istiyorsan, dua eder, seni şifaya kavuştururum; sabredecek olursan, cennete girersin. Hangisini tercih edersin?' buyurduklarında; kadın, sabredeceğini, yalnız sara tuttuğu vakit edep yerlerinin açılmamasını istediğini, bu konuda dua etmelerini rica eder. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem de duada bulunurlar."
İmam Buharî'nin Sahih'inde, Nübüvvet'in iz ve işaretleri hakkında, Cüneyd bin Abdurrahman (RA)'dan naklen şu Hadis anlatılır: "34 yaşında bulunan Said bin Yezid (RA)'i sağlam ve dinç bir halde gördüm ve bana: 'Benim göz ve kulağımın sağlamlığının neden ileri geldiğini biliyor musun? Bu, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in duasının eseridir. Bir vakit teyzem beni alarak kendilerine götürdü ve şikâyetimi söyleyerek dua buyurmalarını istedi. Efendimiz de dua buyurmuşlardı' dedi." Diğer bir Hadis'te, aynı olay, bir ilâve kısım ile şöyle anlatılır: "Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, benim için dua ettikten sonra mübarek eliyle başımı okşayıp sildi, sonra namaz abdesti almaya kalktı, ben de onun abdest suyundan içtim. Sonradan arkalarına geçtim, bu sırada iki omuzu arasındaki nübüvvet mührünü görmüştüm."
Buharî ise Sahih'inde Hâkim'den naklen şu Hadis'i anlatır: "Ebu Cuhayfe'den duyduğuma göre, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, sıcak bir günün öğle vakti şehir dışındaki sazlık ve ovalık bir yere çıkmıştı. Önce abdest alıp öğle namazını, daha sonra da ikindi namazını kılmıştı. Yanında dişi bir keçi bulunuyordu." Ebu Cuhayfe (RA)'nin oğlu Avn, babasının bu Hadis'ine şu ilaveyi yapmıştır: "Efendimiz namaz kılarken yoldan geçenler, keçinin arkasından geçip gidiyorlardı. Bu sırada namazdan kalkanlar Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in elini tuttuktan sonra elleriyle yüzlerini elliyorlardı. Ben de onun elini tuttum, yüzüme dokundurdum. Yüzüm kardan daha soğukmuş gibi bir his duydum, kokusu da miskden daha güzeldi."
Bu Hadis'ten, sâlih ve ermiş kişilerin ellerini öpmenin, teberrüken o kimseden yardım istemenin caiz olduğu anlaşılmaktadır.
Vefat etmiş olsun veya yaşıyor olsun, sâlih kişileri vasıta kılarak yardım istemek, şeriatça hatta Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in buyruğu ile sözlü ve yazılı olarak caiz olup, Eshab-ı Kiram'ın da buna uyduğu, onlardan sonra zamanımıza kadar geldiği açıktır. Bu konuyu ancak, nefsine uyup sapıklığa yönelenlerin inkâr edecekleri bellidir. Zaten bir münkirin iz ve işareti yüzünden okunur.
Allah (CC)'tan gayrı bir kimseye dua etme! Hakk Teâlâ (CC) bu hususta, güçlü Kita-bı'nın A'raf Sûresi'nin 194. Âyet'inde:
"Allah'tan başka taptıklarınız yok mu, onlar da sizin gibi kullardır..." buyurulmuştur.
Biz deriz ki, anlattıklarımıza asla itiraz etmeyin. Bu konularda birçok Âyet ve Hadisler bulunmaktadır. Zira Allah (CC)'tan başka hiç kimse bizatihi müessir olamaz. Bizler, küfredenin küfrünü biliriz. Aradaki fark, bir şahsın şefaatçi veya bizzat müessir (etkileyici) olmasıdır. Burada duadan maksat, ibadettir. Zira Allah'tan gayrı bir varlığa ibadet, küfr ve şirktir.
Başlığa Dön
İHTİYARÎ HAYATIN VASITALARI:
Buna örnek olarak bedenin canlı ve baki kalması için yemek, içmek, tedavi görmek, araziyi sürüp ekmek için öküz ve inek gibi hayvanlardan faydalanmak, su içmek için bir kabı kullanmak, düşmanı uzaklaştırmak için dostlardan ve silâhlardan faydalanmak, bir şey öğrenmek için hocalardan yardım istemek, ilim ve sanatı öğrenmek için kitaplara ihtiyaç duymak, sâlih kişilerden yardım istemek gibi sayılabilecek pek çok konu vardır. İhtiyarî hayat vasıtası olarak, Kur'an- ı Kerim'de dahi anlatıldığı gibi, Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e zor anlarında, Yüce Allah (CC), melâikeleri ile yardım göndermiştir. Bunlar zâhirî ve bâtınî sebeplerle olmaktadır ki, müessir vasıtalardır. Burada hakikatte yardım eden, bizzat Hakk Teâlâ'dır.
Nitekim Yüce Allah (CC), güçlü Kitab'ında Enfal Sûresi 10. Âyet'inde:
"Yardım, ancak Allah'tandır" buyurduğu gibi, yine Enfal Suresi 62. Âyet'inde:
"Sani yardımıyla müminlere teyid eden O'dur" buyurulmaktadır. Keza Yine Enfal Sûresi, 64. Âyet'inde:
"Ey Habibim! Allah, sana da, sana tâbi olan müminlere de elverir" buyurulmaktadır. Hakk Teâlâ (CC), bu Âyeti ile âdeti üzere, zıd etkiyi hakkıyla kuvvetlendirmek için çift olarak söz edip, buyurmuştur. Bu babta Enfal Sûresi, 9. Âyet'inde:
"Hani Rabb'inizden meded istemiştiniz, O da 'Ben, size, birbiri ardınca bin melâike ile imdad ediyorum' diyerek duanızı kabul etmişti" buyurulmuştur. Hakk Teâlâ (CC), bu Âyeti ile "Allah'tan yardım dileyen kimseye, Allah yardım eder" manasını buyurmuştur. Ebu Cuhayfe'nin Hadis'inde geçtiği gibi, sâlih kişilerin ellerini öpmekte, İmam-ı Gazalî'nin kitabında işaret ettiği gibi, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'den naklen rivayet edildiği üzere, sâlih kişilerin ellerini öpmekte, kişinin şehvet hissi ile hanımını öpmesinde ve yakın dostlar ile çocukları merhamet ve şefkat maksadı ile öpmekte bir sakıncanın olmadığı yazılıdır.
Hadisçilerden Ebu Davud ve Buharî'nin, El Edeb-ül Müfred adlı eserinde Hz. Züra (RA)'dan naklen bir Hadis anlatılır. Bu zat, Medine'ye gönderilen heyet içinde bulunanlardan biri idi. Bu zat şöyle anlatır: "Medine'ye gelince, kafileden ayrılarak Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in elini öpmeye koşmuştuk." Bu kafilede bulunanlardan biri de Abdullah bin Ömer (RA) idi. Ve bu olayı şöyle anlatmaktadır: "Bizler, Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e sokularak mübarek elini öptük."
Ebu Davud, diğer bir Hadis'te: "Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in kerimeleri Hazret-i Fatıma (RAnha), babaları bulundukları yere teşrif ettiklerinde ayağa kalkar ve babalarının elini hürmetle öperlerdi" demektedir.
Tabaranî de Kâab bin Malik (RA)'den naklen şu Hadis'i anlatır: "Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz bu zata misafir olunca, Kâab bin Malik, Efendimiz'in mübarek ellerini tutarak öpmüştür." Hadisçi Hâkim ise bu Hadis'i: "Mübarek başını ve ayağını öpmüştür" şeklinde düzelterek anlatır.
Tirmizî ise rivayet ettiği bir Hadis'te: "Yahudi taifesinden bir topluluk, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e gelerek, mübarek elini ve ayağını öpmüşlerdir" der. Böylece Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in elini ve ayağını öpmelerine mani olmaması ve buna rıza göstermesi, yeterli bir işarettir. Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in hayatı, naklen gelen Hadisler ve anlattıklarımız, insaf sahipleri için yeterli ispat ve delillerdir.
Başlığa Dön
HAYATIN ZID SEBEP VE VASITALARI:
Bunlar pekçok olup, daha evvel anlattığımız gibi, biri zarurî hayat vasıtaları, diğeri ihtiyarî hayat vasıtalarıdır. Şayet insan vücudu güçlü olmayıp, kemale erişme özelliği olmamış olsa, Rabbânî mârifeti kazanmayı bilemez, güzel olan şeylere yanaşıp, kötülüklerden uzaklaşmak için güç ve kudreti olmazdı. Bu zıd vasıtalar, başka şeylerden kuvvetlenmiş olur. Bunlardan biri serbest, yani cesedsiz ruhlardır. Bu yalın insan ruhunun işi yalnız hayır olup, Yüce Allah (CC)'a varmak, kutsî alana yaklaşmak, İlâhî tecellilere dalmaktır. Bunun içindir ki, Hakk Teâlâ (CC), güçlü Kitab'ının İsrâ Sûresi 85. Âyet'inde:
"Sana ruhu soruyorlar. Onlara de ki, ruh Rabb'imin buyruğudur (veya işidir), size, az bir bilgi verilmiştir" buyurulmaktadır.
Yüce Allah (CC), bunu bazı yerlerde, melaike için çoğul olarak kullanmıştır. Nitekim Kadr Sûresi 4. Âyet'inde:
"Kadir gecesinde melekler, özellikle ruh, Rabb'inin izni ile inerler" buyrulmaktadır.
Cenab-ı Hakk (CC), ruhun kendi nefsine bağlı olduğunu Yüce Kitab'ın Sad Sûresi, 71-72. Âyetler'inde:
"Hani Rabb'in meleklere: Biz balçıktan bir insan yaratacağız, ona ruhumuzdan üflediğimizde, yere kapanıp secde edin!" buyurmuşlardır.
Yüce Allah (CC.)'ın, nefsi emmareye sahip olan insan ile bir bağı olmasaydı, onu, nuranî ve ulvî âlemden, arınmak üzere, süflî ve karanlık âleme indirmezdi. Böylece de bir şer veya küfür ya da fısk gibi büyük ve küçük suç ve günahlar çıkmazdı. Semâvî kitapların indirilmesi, elçi ve peygamberlerin gönderilmesi, evliyalardan Rabbânî âlimlerin ve zâhirî âlimlerin mevcudiyeti, mübarek yerlerin ve mübarek zamanların varlığı, insanların yücelmesi için birer vasıta olup, hepsi de Allah (CC)'ın insanlara bir bağışıdır. Allah (CC)'ın merhametinden kaynaklanan bu bağış, Âyet ve Hadisler'le açıklanmış olup, âlimlerce de sabittir.
Hakk Teâlâ (CC), her millet için bereketli bir gün halk etmiş; Cumartesi gününü Yahudilere, Pazar gününü Hıristiyanlara, Cuma gününü, Ramazan ayını, iki bayramın ârife günlerini, bin aydan daha hayırlı olan Kadir gününü, Şevval ayının 6. gününü, Zilhicce ayının 9. gününü ve daha başka günleri Müslümanlara mübarek ve şerefli gün olarak ayırmıştır. Bu günlerin şerefi, Hadisler'le işaret edilmiştir. Bunlar, İslâmî mezheplerin kitaplarında anlatılmıştır.
Ve yine Yüce Allah (CC), ibadet için yönelecek Kâbe-i Muazzama, Kudüs-ü Şerif gibi kıble halk etmiş; Arafat, Mina, Müzdelife gibi yerleri mübarek olarak halk eylemiş, buraları Yüce varlığının mazhar-ı tecelliyatı kılmıştır.
Allah'ın selâmı üzerlerine olsun, Eshab-ı Kiram'ın, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in evlerinde namaz kıldıkları yerleri makbul tutarak, bu yerlerde namaz kılmayı istemeleri, Hadisler'den malûmdur. İmam Buharî'nin rivayetine göre, Eshab-ı Kiram'ın bu türlü istek ve davranışları, kılacakları namazın daha faziletli olacağına kani olmalarından ileri gelmektedir. Nitekim Buharî'nin Sahih'inde anlatılan bir Hadis'te, Utban bin Mâlik (RA) ensardan olup, Bedir Savaşında bulunmuştur. Birgün Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e gelerek: "Ey Allah'ın Resulü! Sizden, bizim evimize şeref vermenizi ve namaz kılmanızı istemekteyim. Böylece, Sizin namaz kılacağınız yer, benim için bir namazgâh olsun" der. Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: "Allah izin verirse gelir, dediğini yaparım" buyururlar. Ertesi gün, güneş yükseldiğinde, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve Hazret-i Ebubekir (RA), Hz. Mâlik'in evine teşrif edip, hangi köşede namaz kılmalarını istediğini sorup, o kısımda namaz kılmışlardır.
Buharî'nin rivayet ettiği bir Hadis'te, İbn-i Ömer (RA), Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in, Kâbe'de namaz kıldığı yerleri araştırmış ve bu yerlerde namaz kılmıştır. Hatta Medine yolundaki mescitlerde ve mekânlarda namaz kıldığı yerleri tesbit etmiş, buralarda namaz kılmıştır. Zira Abdullah bin Ömer (RA), Sahabe-i Kiram'ın en ileri gelenlerinden idi. Sahabe-i Kiram, Hudeybiye anlaşmasında, Eshab'ın Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e biyat ettiği ağacın bulunduğu yeri tesbit edip, bu bölgede namaz kılmayı tecih ederlerdi.
Bütün bunlar bize şunu anlatıyor ki, mübarek zaman ve mekânların bulunduğu yerler, hayatın zıt sebep ve vasıtaları olup, teberrük sebebidir. Bu sebep, şöyle misal ile anlatılabilir:
Meselâ bir zat, bir yeri süsleyerek düzene koyar. Bu düzeni uzun bir süre temin ettikten sonra masaya türlü lezzette yemekler sıralar. Bu güzel yemeklerin kokusundan tad almayı sevenlerin bu iştah açıcı sofraya gelmelerine karşılık, bu güzel gıdadan tad ve koku alamayanların bu sofradan kaçışları görülür.
Eski milletler, dinlerini, cahilliklerinden dolayı tahrif edip, doğruyu eğriye saptırmıştırlardı. Hürmet ve saygı hududunu aşarak, bu gibi zaman ve mekân kavramlarının bizatihi müessir olduğuna inanmışlardı. Cehalette daha da ileri giderek, kendilerinden olan sâlih kişilerin heykellerini İlâhî bir varlık kabul etmişler, yani ilâhlaştırmışlardı. Böylece müşrik, yani Allah (CC)'a ortaklık isnad edenlerden olmuşlardı. Yüce Allah (CC), bunların durumlarını ve ibret dersi olmak üzere, bu gibi yer ve mekânların faziletini Âyetleri ile açıklamıştır. Bakara Sûresi 177. Âyet'te:
"İyilik, yalnız yüzlerinizi doğuya veya batıya çevirmeniz değildir. Belki iyilik o kimsenindir ki, Allaha, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanırlar. Malını seve seve hısıma, yetime, yoksula, yolda kalmışa, ihtiyaç halinde olana, esir azadına verir; namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, verdiği sözü yerine getirir; sıkıntılı, hastalıklı ve kavganın şiddetli olduğu zamanda sabreder. İşte sâdık ve mütteki olanlar, bunlardır" buyurulmuştur.
Daha sonra Hakk Teâlâ (CC), Kâbe'ye yönelme buyruğunu vermiştir. Bakara Sûresi 115. Âyet-i Kerime'de:
"Doğu da Allah'ındır, batı da Allah'ındır; hangi tarafa yönelseniz, Vechullah oradadır" buyurulmuştur.
Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz ve Hazret-i Ömer (RA), Allah (CC)'ın emirlerini titizlikle yerine getirmişler, kıymetli Eshab-ı Kiram da bu titizliği aynen devam ettirmişlerdir. Birbirini kovalayan asırlardan sonra insanların Kâbe'ye yönelme durumları kalplerine yerleşmiş olduğundan, Allah (CC)'tan gayrı hiçbir müessirin olmadığı, etkileyicinin ancak Yüce Allah (CC) olduğu, O (CC)'ndan gayrı sebep ve vasıtaların bir etkisi olmadığı düşüncesi, insanlara hâkim olmuştur.
Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in vefatından sonra vefat eden Hz. Ebubekir (RA) ve Hz. Ömer (RA)'in Ravza-i Mutahhara'da defnedilmesi hususu, Sahabe'nin tümünün kararı ile olmuştur. Sahabe-i Kiram, yola çıkarken veya yolculuktan döndüklerinde ya da bir belâ ve musibete uğradıklarında, bir rızk veya nimete ihtiyaç duyduklarında Ravza-ı Mutahhara'yı ziyaret eder, Kabr-i Resul'ü öpüp, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e seslenirlerdi. Bu konu, asr-ı saadet ile ilgili tarih kitaplarında yazılıdır. Müslümanları irşad etmekte ulu olan kişilerin mezarlarının, saygı ve hürmet hissi ile ziyaret edilmesinin vacip olduğu, yapılan ziyaretin orada medfun olan zata hürmeten olduğu gibi, bu gibi yerlerin mazhar-ı tecelliyat sebep ve vasıtası olduğu aşikârdır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Peygamberler, Evliyalar, Âlimler, hastaları, hastalığına göre tedavi eden doktorlar gibi, halkı mânen tedavi ederler. Halkın Allah (CC)'tan gayrı bir müessiri sebep ve vasıta edindiğini gördüklerinde, bu düşünce ve saplantıya düşenlere şiddetle karşı gelip, bu durumu önlemeye çalışırlar.
Birbirine zıd iki düşünce arasında açıkça bir yol çizmek gerekirse, kulların, bütün güç ve kuvvetiyle, vaktini zâhirî ve bâtınî ibadetlere ayırması, Rabbânî mârifetleri öğrenmeye çalışması ve güzel akideler elde etmesi gerekir. Fiil ve davranışıyla Allah (CC)'a yaklaşmak, öğreticileri vasıta kılarak ruhları, mübarek yerleri, mübarek zamanları ve mekânları vesile etmekle mümkün olur. Zira gerçek ve daim olan ve senâ edilecek bir varlık vardır ki, O da Hakk Teâlâ (CC)'dır.
Meselâ Sahih-i Buharî'nin rivayet ettiği bir Hadis'te Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz: "Bir kimse, ameli ile cennete giremez" buyurduklarında, Eshab'ı: "Siz de mi, ey Resulullah?" diye sormuşlar ve Kendileri'nden: ''Evet, ben de giremem, yeter ki Allah'ın rahmet ve mağfireti beni örtmüş ve sarmış olmasın" cevabını almışlardır. İşte Yüce Allah (CC), bu gibi amelleri, birçok Âyet ve Hadisler'le açıklandığı gibi, sebep ve vasıta kılmıştır.
Ey insanlar! Sizlere, bütün bu konuları anlatıp açıkladıktan sonra artık sizlerde bir şek ve şüphe kalmamalıdır. Şuna iman ediniz ki, gerek zâhirî ve gerekse bâtınî hareket ve davranışlarınızda, bir an dahi gaflete düşüp, uyanıklılığınızı kaybetmemelisiniz. Kişi, daima sebep ve vasıtaları vesile kılmayı düşünmelidir. Zira bu vesileler, zâhirî ve bâtınî çevrenizde bulunmaktadır. Daima hayata ait ihtiyaçların ve zıd ihtiyaçların için az veya çok yardıma muhtaçsın. Ve bu yardımı istemelisin. Bütün hareket ve davranışlarında mü'min veya kâfir kişilerden, keza canlı ve cansız nesnelerden yardım istemektesin. İçinden veya dışından şöyle konuşmaktasın: "Ey yer! Evimde, kalbimin huzur ve sükûn bulması için bana yardım et." Veya: "Ey gölge! Benden şiddetli soğuğu veya sıcağı uzaklaştır." Ya da: "Ey adam! Su çuvalı yüklemek için bana yardım et. Ey bineğim! Beni evime sâlimen götür. Ey bana ve Rabb'ime düşman kâfir doktor! Hastalığımı atlatmak için bana ilâç ver." Bu ve buna benzer şeyleri, hal ve durumuna göre istemektesin. Lâkin bütün bu saydıklarımızın adi sebep ve vasıtalar olduğunu hiçbir zaman aklından çıkarmamalısın.
Şunu iyi bil ki, gerçekten feryad edilecek ve yardım istenecek hakiki yardımcı, ancak Allah (CC)'tır. Fakat zâhirî durumunun gösterdiği gibi, buna benzer sebep ve vasıtalar olmadan maksadına ulaşamayacaksın.
Hasta olduğun vakit sana: "Allah (CC)'a güven ve şu doktor kâfirdir, gitme", geçimini temin etme yolunda birlikte bulunmaklığın icabeden kişiler için: "Allah (CC)'a güven, sakın bu kâfirlere hizmet etme", ulaşım için aciliyet gerektiğinde: "Bu kâfir icadı uçağa binme" denmiş olsa, bu sözün akılsızca oluşu seni güldürür, hatta sana tavsiyede bulunanı delilikle itham edersin. Eğer başka çaren yok ise, doktor kâfir de olsa, tıp ilmini öğrenmiştir, faydalanmak gerekir. Bir kimse, geçimi için icabediyorsa, kâfire yaklaşabilir. Seni, gideceğin yere sâlimen ve en çabuk bir şekilde götüren uçağa, kâfir icadı diye nasıl binmek istemezsin? Bütün bunları bildiğin halde, kendinin tevhid makamının en üst mertebelerinde olduğunu sanırsın.
Biri senin yanında: "Ey Allah'ın Resulü, sıkıntıma yetiş!" dese veya: "Ey Hazret-i Şeyh veya Şeyh Abdülkadir Geylânî, imdadıma yetiş!" diye feryad etse, bu defa nefsinde vesvese veya şüphe doğar. Nefs-i emmare, şeytanları senin üzerine göndererek, bu zatın söylediklerinin küfür ve şirk olduğu vehimini aklına yerleştirir de bu imdadı isteyenin üzerine şiddetle gider ve inkâra kalkışırsın. Bu yaptığınla yetinmeyerek, belki de, bu ulu zatlardan yardım isteyenlere küfür edersin. Şayet bu sözü söyleyenin düşüncesine göre, çağırdığı kimsenin bizatihi müessir olacağını düşünecek olursan, o vakit de Müslüman kardeşin hakkında kötü düşüncede bulunmuş olursun. Âyet ve Hadisler'de belirtildiği gibi, bir kimsenin dili bir kelime küfür etmiş olsa, bunu mümkün mertebe te'vil etmeli, yekten kötü düşünceye saplanmamaya dikkat etmelidir.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi: "Ey kâfir tabip! Hastalığımı def etmek için bana yardım et" demişsen, sen de müşrik durumuna düşmüş olursun. Hatta o vakit, seslendiğin tabipten daha çirkin bir durumda olursun. Çünkü bu hitabınla Rabb'ine ve sana düşman olan kâfir ile ortak olmuş olursun. Hâlbuki birinin peygamberinden veya bir Allah dostundan yardım istediğini duyduğunda, o kimseyle alay eder ve küçümsersin. Burada sen, bir kâfiri veya cansızı, bizlerin tevessül ettiğimiz Allah (C.C)'ın velilerine tercih etmiş olursun. Hakk Teâlâ (CC)'nın güçlü Kitab'ında aşağıdaki yazılı olan kelâmı da unutmuş olursun. Yüce Allah (CC), Yunus Sûresi 62. Âyet'inde:
"İyi bilin ki, Allah'ın velileri için asla korku yoktur. Onlar, mahzun da olmazlar" buyurulmaktadır.
Bundan başka pek çok Rabbânî ve kudsî Hadisler'i de unutmuş olursun. Buharî'nin Sahih'inde, Ebu Hureyre (RA)'den naklen şu Hadis anlatılır:
"Kulum, kendisine farz kıldığım şeyleri yapmakla Bizi sevindirir. Kulumun en çok sevdiğim şeyi yaptığını görmek, kendisine farz kıldıklarımı yaparak bana yaklaşmış olmasıdır. Kulum, kendisini bana sevdirmek için durmadan yaklaşmaktadır. Ben bir kulumu sevmiş olursam, onun işiten kulağı, gören gözü, vurup kırdığı eli, yürüdüğü ayağı olurum. Ben'den bir şey isterse ona istediğini verir, yardım isterse yardım etmiş olurum" buyurulur.
Bu Hadis'i rivayet eden başka bir grup da şu ilâveyi yapmışlardır:
"Kulumun konuştuğu dili ve düşündüğünü temin eden kalbi olurum"
Yukarıdaki Hadis'ten anlaşıldığına göre, Allah (CC)'ın velisi, Rabb'inin tecelliyatını görür, bazı usul ve kanunları O (CC)'ndan alır. Veliden bir hareket, sükûnet, bir ilim veya iş, amel görüldüğü veya sudur ettiği takdirde, bunların ancak ve ancak Yüce Allah (CC)'ın ona tahsis ettiği özel izni ile olduğu bilinmelidir. Zira veli, şeriatça gelen, genel izin ile kanaat etmeyip, özel izni genel izne uygulayarak, her ikisini bir seviyeye getirmeye çalışır. Böylece yanında eşyanın hazır olmasına veya olmamasına, uzaklık veya yakınlık düşüncesine, hayata veya memata aynı açıdan bakıp, aynı düzeyde görmeye ve kabul etmeye başlar. Böylece veli, Allah (CC)'a tam anlamıyla iman edenlerden, sâlih amelleri yapanlardan olur. İman edip, sâlih ameller işleyenler ile hatalı ve kötü ameli bulunup, inkârda bulunanlar hakkında Hakk Teâlâ (CC), güçlü Kitab'ında Casiye Sûresi, 21. Âyet'inde:
"Yoksa fenalık irtikab edenler, kendilerini iman edip, sâlih amel işleyenlerle bir mi tutacağımızı, hayatları ve mematları bir mi olacak sanıyorlar?" buyrulmaktadır.
Bu Âyet'ten anlaşıldığına göre, iyi ve kötü ameller düşünce mahsulü olup, bu amellerin Allah (CC)'a yaklaşma veya uzaklaşmada en büyük amil olduğu anlaşılır. Kudsî Hadis'ten, velînin mükâşefe ehli olduğu, Allah (CC)'ın özel izni olmadan kendisinden herhangi bir şey sadır olmayacağı anlaşılmaktadır. Zira velinin inancı şuhudidir. Onun için ölümü ile hayatı arasında bir fark yoktur. Veliden nefret edip alay edenler, Allah (CC) ile savaşacaklarını bilmelidirler. Kim Yüce Allah (CC)'a karşı böyle bir savaşa kalkarsa, dünya ve ahirette her şeyini kaybettiği gibi, İlâhî huzurdan da kovulmuş olur. Bu konuyu inkâr etmek, dinin önemli usul ve kaidelerini inkâr etmek demektir.
Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in işaret buyurduğu gibi, kişinin güzel ameller sahibi olması hakkında pek çok Hadis vardır. Müslim'in Sahih'inde şu Hadis anlatılır:
"Güzel iş veya amel odur ki, Allah'ı görüyormuş gibi amel etmektir. Onu göremezsin ama O, seni görmektedir." Allah (CC)'ı görüyor gibi olmak, kör ile gözü görenin bir arada olması gibi örnek olarak alınırsa, kör bir insan, yanında kendisini kollayan ve gören birinin olduğunu bildiği halde göremez. Yanında bulunan gören insanın daha sert ve katı olmamasını dikkatle murakabe eder. İşte Allah (CC)'ın velisi de Yüce Allah (CC)'ı, harekâtında ve sekenatında, işinin ortasında veya sonunda bilerek murakabe eder ki, veli, bu murakabe anında, tıpkı kendisi gibi gören bir zatla birlikte olur. Her biri, diğerini görmüş olur. O vakit, Yüce Allah (CC)'ı gözüyle görmüş gibi murakabe etmeye başlar, yani Allah (CC)'ı gözetlemeye yönelir.
Velilik makamının gerçek bir makam olduğunu düşünerek: "Zamanımızın bu gibi makam sahibi velilerden yoksun olduğunu görmekteyim. Zira kendilerine velilik atfeden bazı kimselerin, hatta gördüğüm bazı kimselerin veli olmadığmı anlıyorum. Çünkü bu insanlar, rastgele yiyor, içiyor, çarşılarda dolaşıp, duruyor" der isen, sana, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in, unutmuş gibi göründüğün, bir Hadis'ini hatırlatayım: "Ümmetimden bir taife vardır ki, Allah'ın ecel buyruğu gelinceye kadar, Hakk ve doğru yolda yürümektedirler" buyurmaktadırlar.
İşte senin bulunduğun vaziyet, İsrailoğullarının ve müşriklerin vaziyetine benzemektedir. Zira Yahudiler, Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem hakkında: "Evet, nübüvvet haktır. Lâkin Muhammed bizlerle aynı yaşta olup yemekte, içmekte, çarşılarda dolaşmakta olduğuna göre peygamber olamaz" demişlerdi. Belki de senin nefs-i emmaren, seni içinden dürtüp vesvese vererek, bu sözleri kabullenmen için manen zorlayabilir. Ve sana, bu konunun böyle olmadığına dair Âyet ve Hadis örnekleri hatırlatıp, zor durumda bırakabilir. İlk düşüneceğin şey, Allah (CC)'tan yardım istemendir.
Nitekim doğru gelen bir Hadis'te, Resul-ü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, İbn-i Abbas (RA)'a vasiyyet etmişler ve: "Şayet bir şey sual edecek isen, Allah'tan sual et. Yardım isteyecek isen, Allah'tan iste" buyurmuşlardır.
İnsanlar, dünya ve din işlerindeki sebep ve vasıtalardan, yaşadıkları süre boyunca bir an dahi uzak ve ayrı kalamazlar. Hakk Teâlâ (CC), Hz. Musa (AS)'yı elinin parlak beyazlığı gibi mucizelerle donatıp elçi olarak gönderdiğinde, korkmamasını, firavun ve kavmini yeneceğini vaad etmişti. Hz. Musa (AS), Yüce Allah (CC)'ın bu vaadine kanaat etmeyip, kendisinden zâhirî ve bâtınî ilmî ve amelî sebep ve vasıtalar istemişti. Meselâ bu ilmî ve amelî işlerden göğsünü açmasını, işlerini kolaylaştırmasını, kendisini anlamaları için de dilinin çözülmesini istemiş ve yine kendisine, işlerinde yardımcı olması için kardeşi Harun (AS)'u vezir yapmasını istemişti ki, bunun sebebi, birlikte daha çok Allah (CC)'ı tesbih etmek içindi. Hz. Musa (AS)'nın Rabbine bu şekilde dua edişi, güçlü kitabın Tâhâ Sûresi'nin 25. -35. Âyet'inde mevcuttur:
"Ey Rabbim! Meşakkatlere tahammül için göğsümü aç, içimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki sözlerimi anlasınlar, bana ailemden birini, kardeşim Harun'u vezir yap da, onunla arkamı güçlü kıl. Onu, işimde bana ortak yap. Şunun için ki seni çokça tesbih edelim ve analım, sen bizi görürsün"
Hakk Teâlâ (CC), Hz. Musa (AS)'nın istediklerine icabet etmiş ve: "Ey Musa! Sana istediklerin verilmiştir" buyurmuştur. Bu Âyet'ten de anlaşıldığı gibi, din ve dünya işlerinde Allah (CC)'tan vesileler istemek, bizim dinimizde olduğu gibi, diğer dinlerde de şer'an caizdir. Bu sebeple Yüce Allah (CC), güçlü Kitabı'nın Maide Sûresi 2. Âyet'inde:
"Ey iman edenler! İyi işe ve takvaya yardım edin, asi olanlara ve mütecavizlere yardım etmeyin. Allah'tan sakının" buyurulmaktadır.
Burada bize, yardım istemenin ve yardım etmenin sadece hayırlı işlerde iyi sonuç verdiği ve övülmeye değer olduğu; şer işlerde ise yerildiği, hatta ayıp görüldüğü anlatılmak istenmiştir. Hakk Teâlâ (CC), bu konuya temasla, Maide Sûresi 35. Âyet'inde:
"Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve O'na yaklaşmak hususunda vesile arayın, yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz" buyurmuştur.
Bu Âyet bize, takvanın bütün zâhirî ve bâtınî ibadet ve bilgileri kapsadığını gösterir. Yaşamak ve geçinmek için çalışmanın, keza cihadın lüzumlu olduğunu gösterir. Burada cihaddan kasıt, nefsi emmare ile cihad olup, zâhirî ve bâtınî kâfirlerle ve şeytanlarla cihaddan daha faziletli olduğudur. Zira Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'den tevatüren gelen bir Hadis'e göre: "Küçük cihaddan geldik, şimdi büyük cihada yöneleceğiz" buyruğu malûmdur. Zâhirî sebep ve vasıtalar, küçük cihadın sebep ve vasıtaları olduğu gibi, bâtınî sebep ve vasıtalar da büyük cihadın sebep ve vasıtalarıdır.
Âyet'teki manâyı soracak olursan: Şayet Allah (CC)'tan gayrı kimseden bir şey istemek durumunda bulunursan, önce kalben Allah (CC.)'a niyaz etmelisin ki, Yüce Allah (CC), sana, yardım edecek bir kalbi göstermiş olsun. Zira yaratılanların hepsinin kalbi, O (CC)'nun elinde bulunmaktadır. Yalnız iyi anlaşılmalıdır ki, sana yardım için göndereceği kalbi, sana yardım özelliği ile yapmamıştır, buna imkân yoktur. Sahih'de anlatılan bir Hadis'te, Yüce Allah (CC), kulunun yardımcısıdır; yoksa kul, bir kardeşinin yardımına tahsis edilmemiştir, şeklinde açıklama mevcuttur. Ne var ki, bir kulun diğer bir kula yardım etmesi, iyi amellerdendir. Yüce Allah (CC), o kulunu mükâfatlandırır, ihtiyaçlarının temininde o kula yardımcı olur. Şayet Allah (CC) kuluna yardım etmemiş olsa idi, kul da kardeşine yardım edecek güç ve kudreti kendinde bulamazdı. Bu sebeple tevekküle, belki de rütbelerin en aşağısı denir. Tevekkülün en aşağı hali, kişinin Allah (CC)'a itikat ederek, vasıta ve sebepleri araştırdıktan ve başvurduktan sonra tevekkül etmesidir. Orta hali ise kişinin sebepleri Yüce Allah (CC)'ın etkili mazharı yönünden araştırması ve Allah (C.C)'ın kudretini görmesi için bunların birer ayna mahiyetinde olduğunu bilmesidir ki, bu durum, özel ve has insanların halidir. Tevekkülün en yüksek haline gelince, kişi, sebepleri asla araştırmaz, vücudunun bütün zerreleri ve ağırlığı ile kutsal canibe yönelir, sebep ve vasıtaların çevresinde hiçbir vakit dolanmaz. Zira bu sebep ve vasıtalar, kendi talepte bulunmadığı halde, kendi isteğinin dışında, bilmediği ve anlamadığı yerlerden gelir. Bu kişinin böylece dünyadan ve onu sevip isteyenlerden kaçmak isteğinin hakikati açıklanmış olur. İşte bu hal, meselenin özünün özüdür. Tevekkül konusunda, bu üç dereceden herbiri, birden ona kadar sayıdadır. Allah (CC)'a giden yolların sayısı, yaratılanların sayısı kadar çoktur.
Bir kimse, kendine lâyık görülmüş olan basamağı bırakıp, daha aşağı bir basamağı kendisine yer edinirse, Yüce Allah (CC)'ın hitabına uğrar.
Bu konuda misal olarak anlatıldığına göre, Yusuf Aleyhisselâm, babası Yakup Aleyhisselâm ile hâzinelerini gezmişti. Son olarak, babası ile evrak hâzinelerine girdiğinde, Yakub Aleyhisselâm: "Ey çocuğum! Buradan sekiz konak uzaklıkta bulunduğuna ve bu evrak da elinin altında bulunduğuna göre, asi olmanın sebebi nedir?" diye sorduğunda, Yusuf Aleyhisselâm babasına: "Cebrail Aleyhisselâm öyle emir verdi" der. Babası, bu emri vermesinin sebebini Cebrail Aleyhisselâm'dan öğrenmesini söyleyince, Yusuf Aleyhisselâm: "Bunu sen, benden daha iyi yaparsın, bunun sebebini sen sor" der. Yakup Aleyhisselâm, Hazret-i Cebrail'e bu soruyu sorduğunda, şöyle cevap alır: "Sen: 'Korkarım Yusuf'u bir kurt yer' demiştin. Yani korkun sebebiyle, Hak Teâlâ, böyle söylememi emir buyurdu" der. Hazret-i Yakup: "Doğrusu şimdi sebebini anladım, içim rahat etti" der.
Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, İbn-i Abbas (RA)'in kendisine en lâyık olan tevekkülün en yüksek basamağına vardığını anlamış ve kendisini tenkid etmemeleri için başka bir mevki ve mertebe aramamasını tembih edip öğretmişti. Bir kaide olarak, iki delili biraraya getirmek icap ettiği taktirde, yüksek mevkie çıkan bir kimsenin, yasaklanan bir şeyin sebep ve vasıtalarını yüklenmesi icab etmez ve mümkün de değildir.
Şayet zâhirî sebep ve vasıtalarla, bâtınî olanların arasındaki farkı düşünecek olursan ve senin aklî delilin Âyet ve Hadisler'in hilâfına hüküm verirse -ki bunların tümü Âriflerin ve Rabbânî Âlimlerin kitaplarında yazılıdır- belki de bu düşünce seni, Yüce Allah (CC)'ın Resulü'nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve meleklerinin kişiye yardım hususunu inkâra yöneltir. Bâtınî sebep ve vasıtaların mevcudiyeti, Kur'an-ı Kerim'de açıklanmıştır ki, bunların inkârı küfür sayılır. Bâtınî sebep ve vasıtaların aksine, zâhirî sebep ve vasıtaları inkâr etmediğin takdirde, bir şey göremeyeceğin gibi, kimse de bunu sana gösteremez. Çünkü senin içinde bulunan sıkıntı, seni, görmekten men eder ki duyan, konuşan ve görenler arasında senin durumun kör, sağır ve dilsiz bir kişiye benzer. Zira gören, konuşan ve duyan kişiyi aydınlık sarmıştır; ağzından çıkan sesler bu aydınlığı müşahede edemediği gibi, varlığını da inkâr eder.
Başlığa Dön
HİDAYET YOLU
Esas hidayet yolu ise kişinin yürüyeceği yolu görmesi, dilinde konuşma gücünün, kulakta işitme gücünün olduğunu bilmesidir. Kişi bu durumda ise, doğruya ulaşmış demektir. Şayet hata varsa, yanılmış demektir.
Ey insan! Vay haline ve başına geleceklere! Sen, gerçeğin ne olduğunu bilmiyorsun. Hatta parmağının dahi nasıl oynadığını bilmemektesin. Hangi güç ve kuvvet seni kaldırıp oturtuyor? Hâlbuki bu gerçek, sen ve senin için yaratılmış eşyalardan sana daha yakın olandır. Bununla beraber, hüner ve ehliyet sahibi âlim ve evliyaların sözlerine kulak vermiyorsun. Hâlbuki bu kişilerin ilim ve din yönünden faziletleri, ufukları sarmış bulunmaktadır. Ve sözleri ile nasihatlarında, aklî ve naklî burhan ve ispatlar bulunmaktadır.
Rabbânî Âlimler, asr-ı saadetten bu güne kadar, evliyaları sebep ve vasıta kılarak, bâtınî ilimleri kavramak için onların yardımına başvurmuşlardır. Büyük evliyadan Abdülkadir Geylânî, dört büyük imam, Haremeyn imamı, Hazret-i Şafiî, Gazâlî, Nüvevî, Şeyh ibn Hacir, Şeyh Şaranî, Hatip Serminî, Şeyhülislâm Kadı Zekeriyya, Hafız Suyutî, Mavera-ün Nehir uleması, diğer bölgelerde ki Türk, Kürt, Arap ve emsali kimselerin, bu beşyüz yılın faziletli kimselerinin boyunlarını evliyaya karşı eğdiklerini, nefislerini ve benliklerini evliyadan aşağı seviyede tuttuklarını görmüyor musun? Bu ulu kimseler, nefislerini tevazu ile bağladıkları veliden, birçok keramet gördüklerini haber vermişler, işlerinde ve hayatlarında evliyayı vesile kılarak, onların iki elleri arasında kendilerini ölmüş farzederek ölünün, bir ölü yıkayıcısına teslim oluşu gibi yüksek teslimiyet göstermişlerdir. Bu âlimler, velinin buyruğunu yerine getirmeye çalışmış, vusul ve ittisalin ancak veli yardımı ile olacağını kavramışlardı. Bütün bu anlatılanlardan sonra, bu konu üzerinde, sende, veliler hakkında bir tereddüt kaldı mı? Yoksa sen de gün ışığını ve kâinatın saf aydınlığını inkâr eden inatçı aydınlardan mısın?
Bu ulu âlimlerin evliyaya biyatında cahil olduklarını düşünecek olursan, her birinin ilmî eserleri apaçık ortada olduğu için senin itham edici sözlerin geçersiz demektir. Yok eğer bu âlim zatların münafık olduklarını düşünürsen, bu düşüncenle İslâm'ın, Muhammedî ümmetin üzerine tecavüzle, Hakk Teâlâ'nın buyruğundan çıkmalarına sebep olacağın gibi, dinin temeli olan âlim ve fazıl kimseler ve evtad hakkında, zihinlerde kötü düşünce, şüphe ve tereddüt oluşturmuş olursun. Bu ulu zatların cahil olduklarını düşünecek olursan, bu kişilerin ilmî eserleri apaçık ortada bulunduğundan dolayı, senin düşünce ve sözlerin geçersiz demektir. Aksine İbn-i Teymiyye ve benzerleri olan hünerli ve hazık kimselerle izleyenlerin düşünce ve davranışlarını doğru görüyorsan, o vakit bizler, sana selâmda durmuş oluruz.
Bizler deriz ki, bu gibilerin bu türlü düşünce ve konuşmaları, söylediklerimize, yazdıklarımıza ve gerçek olarak açıkladığımız hususlara tecavüz demektir. Bütün bu hakikatlara tecavüz ile karşı çıkmak, günah, küfür ve bidat sayılır. Ayrıca bu gibilerin ellerinde, düşüncelerinin doğruluğunu ispat edecek bir iz ve delil de yoktur. Ayrıca yine bu gibi kimseler, anlattıklarımızın gerçek yönünü müşahede edemediklerinden veya kendilerinde hakikati görme imkânının olmaması yüzünden, bu hususu inkâra gitmektedirler. Dilsizlik, sağırlık veya körlük sebebiyle ya da kalplerine arız olan İlâhî rahmetin kesikliğinden dolayı mı böyle düşünmektedirler? Kanaatimizce, benlik ve gururları sebebiyle, kendilerinden gayrı kimselerin, hakikat ve doğru da olsa, sözlerine kanaat getirmedikleri gibi, onlara daima şüphe ve tereddütle bakarlar. Hiçbir zaman, yüce kişiler hakkında, gözleri ile kerametlerini görenlerin veya tevatüren gelen doğru haberlerin doğruluğuna inanmazlar. İşte bu gibiler, kendi nefislerini gerçek ince gizlilikler ikliminden uzaklaştırdıkları gibi, kendileri de dilsiz, sağır, kör ve anlayışsız olarak çorak bir çölde kalmış şaşkın insanlar gibidirler.
Bu gibi kimseler, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in: "Yüce Allah, ümmetimi topluca sapıklığa yöneltmez" buyurdukları Hadisi'ni inkâr etmişlerdir. Bu kimseler, nefsi emmarelerine uyarak, akıllarında çakan bir kıvılcım ile görmedikleri ve bilmedikleri şeylerin gerçek ve sabit olmadıklarını düşünerek, bilmedikleri ve görmedikleri bâtınî sebep ve vasıtalara tevessül etmezler. Ne vakit anlattıklarımızı doğrulayan bir Âyet veya Hadis duysalar, bunları fasid tevillerle tümden inkâra kalkışırlar. Bu inkârları, görülmeyen ve bilinmeyenlerin gerçek olmadığı hakkında zâhirî yasaklama hükmünü idrak edememelerinden ileri gelmektedir. Bugün için âlemde milyonlarca görüp öğrenmeye değer şey var iken, bu konu akıllarına gelmeyip, böyle işlerle meşgul olmaktadırlar. Açık esaslardan biri de hücceti muhafaza edemeyenin, hücceti muhafaza edene karşı çıkmasına benzer. Burada müsbet olan şey ise kabul etmeyene karşı, aklî veya naklî delil ve ispatla gelinmiş olmasıdır.
Bu gibilerin burada unuttukları birşey daha vardır; Yüce Allah (CC), bu gibi Âyetleri'ni temsil eden Hadisler'i birçok kısımlara ayırmıştır. Çünkü Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, rasgele ve boş yere konuşmazlardı. O (SAV), Rabb'inden vahiy yolu ile aldığı buyruklarla mantıklı ve lüzumlu, sağlam esaslara bağlı konular üzerinde konuşurdu. Al-i İmran Sûresi 7. Âyet'inde, Yüce Allah (CC):
"Kalplerinde eğrilik bulunan kimseler, fitne maksadıyla te'vile saparak, Kitab'ın müteşabih Âyetler'ini yorumlamaya kalkarlar. Hâlbuki müteşabih Âyetler'in te'vilini, Allah'tan gayrı kimse bilmez, ilim sahibi olanlar: 'Biz ona inandık, tümü de Rabbimiz katındandır' derler" buyurmuştur.
Bu Âyetin delâlet ettiği mana, kitap ve sünnetin dışında, anlattığımız gibi gerçekleri yansıtanlara, inanmamız gerektiğidir. Geçmişte ve halen, Âriflerin ve Rabbânî Âlimlerin sözleri yukarıda açıklanmış olan Âyetin üzerine yüklenir. Bir kimse ilmin lâfzı üzerinde durduğu taktirde o ilmi öğrenmiş olur. İlâhî ilmi, basit nazariyyelerle anlayacak kudret ve imkânda olmasalar dahi, Yüce Allah (CC) bazı temiz ve kendisine bağlı olanlara bu ilmi öğretir.
Geçmişte olan ulu kimselerin pek yerinde olan sözlerine göre, ilim konusunda ilk önce, Allah (CC) lâfzı üzerinde durulmalıdır. Bu kelimenin anlamını, kimse, nefsi ile ve adi sebep ve vasıtalarla bilemez. Burada kişi, özel bilgi sahibi olmadan, bu gibi zorlukları ve benzerlikleri kolayca anlayamaz. Bu sebeple bu işi ehil kimselere bırakması gerekmektedir. Bu ehil kimseler de Ârifler ve bâtınî ilim sahipleridir.
Bu kimselerin vesilelerden semâvî Kitaplar'ı, melekleri, elçilerin bâtınî yardımlarını inkâr etmelerine imkân ve ihtimal yoktur. İnkâr ettikleri taktirde, küfürde bulunmuş olurlar.
Allah (CC)'ın velileri ve Rabbânî Âlimleri, güçlü Kitab'ın, Nisa Sûresi 83. Âyet'inde:
"O haberi, Peygamber'e veya içlerinden buyruk sahibi olanlara bıraksalardı, o haberi çıkaranlar, ne olacağını, elbette buyruk sahiplerinden öğrenirlerdi" şeklinde, (buyruk sahibi olanlar) diye açıklanmıştır. Dinin inceliklerine vakıf olanlar, ârifler ve evliyalar ile melekleri, gökleri, yeri ve âlemi yaratmış olan Yüce Allah (CC)'ı murakabe ve müşahede edenlerdir. Bütün tarikatlar, mütecaviz olmayan, yani vehbî olan âlemin ve dinin bâtınî yönünü öğretirler. Bu öğretim, Allah (CC)'ın dilediğine, O (CC)'nun yüce ve cömert olan fazlı ile verilir. Hakk Teâlâ, En'âm Sûresi 75. Âyet'te:
"Yakinen bilenlerden olması için Biz, İbrahim'e, göklerin ve yerin en büyük melekûtunu gösterirdik" buyurmaktadır.
Bu Âyet'te Hakk Teâlâ (CC), Hz. İbrahim (AS)'in, gök ve yer meleklerini gördüğünü anlatmaktadır. İnkârcı bir kimse bu melekûtu göremeyeceği gibi, Yüce Allah (CC) bu gibilere, hak etmedikleri şeyi göstermemektedir. Bu gibi bir kimseyi, yok olmuş kabul etmektedir. Burada inkârcı kişi, bütün anlattıklarımızı unutmuş gibi görünmekte ve şöyle konuşmaktadır: "Bâtınî vesileler, varoluşların takdirine göre, sultanın ve yardımcılarının kapıcısı görevindedirler; onlar da kendileri için noksan oldukları sebebiyle, bir benzer veya emsal ararlar." Yüce Allah (CC)'a bir eksiklik atfeden inkârcıya şöyle deriz:
Bütün vesileler, Yüce Allah (CC.)'ın komşusu mesabesindedir, bunlara muhtaç olması, hâşâ, eksikliğine lüzum gösterir. Eğer Allah (CC) dileseydi, sebeplerden hiçbirini yaratmazdı. Her ferdi babasız ve annesiz yaratırdı; ona beşeriyyetin ilk gününden, son gününe kadar yemeden, içmeden, giyinmeden, öğrenmeden, kazanmadan kalacağını bildirirdi. Bunun aksini düşünecek olursak, bu eksikliğin Allah (CC)'tan olduğu anlaşılırdı ki, hâşâ, küfür ve sapıklıktır.
Kapıcı meselesine gelince, padişahın hiçbir eksikliği yoktur, zira maiyyet ve raiyyeti, kendisini, ebedi olarak ululaştırır ve yüceleştirir. Kendisine gelenlerin eksik yönleri olduğundan, yüceliğinin azameti en üst mertebeye kadar yükselmiş olur ki, O (CC)'nun yanına, kapıcısının izni olmadan, hiç kimse giremez.
İşte Yüce Allah (CC), yukarıda misal getirmeye çalıştığımız sultandan daha yüce ve azametlidir. Zira O (CC), bizatihi tek olup, azametlinin azametlisidir. Allah (CC), çok yüce ve azametlidir. Kâinatta, O (CC)'ndan daha azametli ve yüce hiçbir şey yoktur. Var olan her şey, O (CC)'nu, yüce ve azametli olarak tanır. En lâtif yüce kutsî makamın ve müşahede âleminin sahibidir. Yalın ruhlar O (CC)'na asılı olmasaydı, o vakit ruhlar, çok kesif durumda olurdu. Herkesçe bilinmektedir ki, insanlar, hayatlarını sürdürmek için ilim ve mârifete ihtiyaç duyarlar. Zira insan aklı, nefs-i emmare varlığı yüzünden, bu bilgi ve anlayışları idrak edemez. Nefisler, kesinlikle eksiktir. Daima Yüce Allah (CC)'tan muhtaç olduğu şeyleri kazanmak zorundadır. Bu sebepledir ki, Hakk Teâlâ (CC), insanlara vermiş olduğu serbest gibi görünen çıplak ruhu, özel olarak insan bedenine asılı bırakmıştır. Mücerred (çıplak)ruh, nuranî tabii yaradılışından sıyrılarak ayrılmıştır. Fakat bu ruhların Allah (CC) ile münasebetleri vardır ki, bu münasebet sonucunda, ihtiyacı olan ilim ve mârifetleri O (CC)'ndan alırlar.
Böylece bu mücerred ruhlar, Yüce Allah (CC)'a tazimleri sebebiyle, O (CC)'ndan aldıklarını nefislere, dolayısıyla bedenlere teslim ederler. Böylece nefis ve bedenler, Yüce Allah (CC)'a, gerçek iman ve zâhirî ve bâtınî ilimlerle bağlanmış olurlar. İşte bu çıplak ruh, büyük sultanın azametli kapısında, bir kapıcı mertebesinde bulunur. Yüce sultana olan tazimi ve bağlılığına karşılık olarak, Yüce sultan da kapıcısına bir ululuk ve azamet bağışlar. Bu ululuk sebebiyle, her meselede, sultana müracaat kudret ve imkânına sahiptir.
Ruhlar bedenlere asılı kalınca, aslî vatanlarından (kendi çıkış yerlerinden) bir hayli uzaklaşmış olurlar. Bu suretle ruh, bedende, nefs-i emmarenin tahakkümü altına girer. Yani onun esiri olduğu gibi, şeytanî güçlerin ve özellikle insanı daima yanlışlığa iten vehimin esiri olarak kalır. Bu esaret zinciri altında nefis, insanı, keyfî davranışlara, fısk ve fücura, küfre yönelterek, bu yolu izletmeye başlar. Yüce Allah (CC)'ın emirlerini unutarak, gerçek ve doğru akaidden ve güzel amellerden tamamen uzaklaşır.
Hâlbuki insan ve ona asılı çıplak ruh ile nefsi emmare dahi, Yüce Allah (CC)'ın buyruğu ile O (CC)'na itaat ve iman etmeye mecbur ve mükelleftiler. Hiç kimse, Allah (CC)'ın şeriatından alacağı makama, peygamberler gibi, nefsî mücahedede bulunmadan ve zorluklara katlanmadan erişemez. Zira Nübüvvet, Allah'ın bir bağış ve ihsanı olsa da Yüce Allah (CC)'ın âdeti üzere belli şartları vardır. Arı, ısırmadan, bala tatlılık veremez. Şayet her insanın kendine lüzumlu olan ahkâmı, kimseyi örnek almadan Allah (CC)'tan peygamber olması için teklif edilmiş olsaydı, hayat, alt üst olurdu. Bu sebeple Hakk Teâlâ (CC), yüce kudret ve imkânıyla bazı temiz kullarını tezkiye etmiş, müşahade âleminin bulanıklığından süzerek çıkarmış ve onları, peygamberleri ve elçileri yapmıştır. Bu kullarına iki kanat yapmış, kanatlarından birini kudsî yaparak Lahutî âlemde uçmasını ve Ceberrut âleminin yüksek noktalarına çıkmasını ve Allah (CC)'tan kullarının iyilik ve güzellikleri için lazım olan ezeli irade gereği, elzem hükümleri zamanında almasını temin etmiştir. İkinci kanadını da maddî yapmıştır ki, bu kanadı ile Nasut âlemine, yani insanî âleme inmesini, Rabb'inden aldığı buyruk ve hükümleri kendi cinsinden olan insanlara bildirmesini vazife olarak vermiş ve bu işle mükellef kılmıştır. Peygamber ve elçilerin gönderilmesinin sebep ve hikmeti budur. Allah (CC)'ın gönderdiği peygamber ve elçilerinin her birinin ayrı ayrı faziletleri vardır ve bunların hepsi, en yüksek mertebeye ulaşmak için gayret göstermişler ve çok çalışmışlardır. Peygamberlerden bazıları, mesela Ben-i İsrail peygamberleri gibi, aynı dini tebliğ ettikleri halde, birbirine vezir veya des-tekleyici olarak görevlendirilip gönderilmişlerdir. Kulların fiilleri sebebi ile İlâhî Ahkâm'ın zamanla değiştirilmesi sonucu, dinlerin sayısı artmıştır. Bu nedenle Allah (CC)'ın peygamber ve elçileri kudsî makamının kapıcısı yaparak göndermesi, Allah (CC)'ın eksikliğinden olmayıp, kulların eksik olmalarından ileri gelmiştir.
Semavî Kitaplar, Yüce Allah (CC)'ın hüküm ve kanunlarını topluca ihtiva edip, elçilerin ölümünden sonra da olduğu gibi kalmıştır. Allah (CC)'ın peygamberlere bu kitapları indirmesinin sebebi, peygamberlerden sonra gelenlerin İlâhî Ahkâm'dan faydalanmaları içindir. Zamanla kullara arız olan fetret devreleri ve bu devirlerde insanların nefsî keyif ve hevalarına uyup doğruluktan sapmaları sebebiyle, hatasız inen semâvî Kitaplar'ı tahrife kalkmaları sonucunda, dinde değişiklik ve sapmalar olmuştur. Bu sebeple Hakk Teâlâ (CC), o asırlarda tahrif edilen semâvî Kitaplar'ı düzeltmek ve sarsılmış olan bir evvelki doğru dini doğ-rultmak için öncekilere uygun olmak üzere, yeniden peygamberler göndermiştir.
Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in zamanında kemale erişmiş şeriatında, geyet açık ve anlamları açıklayan işaretler bulunmaktadır. Ahkâm ve kanunlar Müslümanlara, zâhirî ve bâtınî bilginler tarafından öğretilmektedir. Nitekim Hakk Teâlâ (CC), bu konuda: "Bu gün sizlere yeni ve kemal bulmuş bir din getirdim" buyurmaktadır. Bu din ile O (CC)'nun son ve güçlü Kitabı'nın değişmesi ve değiştirilmesi veya tahrif edilmesi imkânsızdır. Gönderilen peygamberlerden sonra, kendi devri içinde ebedi olarak her türlü ihtiyaçları bildiren, en son peygamberin Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz olduğu açıklanmaktadır. Burada en büyük hikmet, Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in, gönderilenlerin sonuncusu olduğudur. Bu sebepledir ki, Yüce Allah (CC), O (SAV)'na, güçlü kitabımız olan Kur'an-ı Kerim'i indirmiştir. Bu Kitab'ın içinde, Efendimiz (SAV)'e, ezelden ebede kadar öğretilmiş olan ilimler yazılıdır. Belki de bu noktada da, her zaman içinde olduğu gibi, düşünce anlaşmazlıkları olabilir. Bu sebepledir ki, Yüce Allah (CC), zaman içinde kendisinden önceki dini yenilemek için peygamber yerine kaim olmak üzere, Rabbânî bir âlimi veya bir evliyayı hakkaniyetle peygamber misilli çıkartmıştır. İşte zâhirî ve bâtınî âlimlerin bulunmasının sebep ve hikmeti budur. Bu gibi âlimler, her vakit için peygamberlerin vârisidirler.
Başlığa Dön
KUR'AN-I KERİM'İN BÖLÜMLERİ
Yüce Allah (CC), güçlü Kitabı'nı sekiz bölümden ibaret yapmıştır:
1- Bu kısımda İlâhî hükümler bulunur ki, oruç hakkında Âyetler bulunmaktadır.
2- Bu kısımda namazın farz ve vacipleri açıklanmaktadır. Bu İlâhî hükümler, Cebrail (AS) vasıtasıyla gönderilmiştir.
3- Bu kısımda bir İlâhî hüküm yoktur. Yalnızca her insanın özet olarak öğreneceği bir kısım bilgiler vardır ki, bu bilgilerin geniş anlamlarını ve tafsilâtlı manalarını Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz bilmektedir. Bu bilgileri bizzat kendileri kullara öğreteceğinden, Cebrail (AS)'ın, Allah (CC) tarafından gönderilmesine lüzum kalmamıştır. Bu konular, hac Âyetler'i ve benzerleridir.
4- Bu kısma Yüce Allah (CC), bir hüküm koymamıştır. Kullar, bu kısımların açıklamalarını yapamazlar. Ancak Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile ümmetinin tarikatını benimsemiş seçkin zatlar anlar ve açıklamalarını da yapar. Örnek olarak, güçlü kitabın A'raf Sûresi 205. Âyet'inde:
"Rabb'ini, gönülden ve korkarak, içinden hafif bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma" buyurulmuştur. Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz bu Âyet'i, kullara kolaylık olsun diye, insan seviyelerinin değişik düşünce tarzında olması sebebiyle, irşad yönünden açıklamıştır.
5- Bu kısımda bazı Âyetler, gizliliği yönünden, zâhiren veya yakın bir te'vil ile açıklanabilir. Bazı anlamlı Âyetler ise ne Hakk Teâlâ (CC) ve ne de Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem tarafından açıklanmıştır.
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, hal, zaman, mekân ve insan düşüncelerinin değişik olması sebebiyle, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bazı Âyetler'in açıklamasını bazı Hadisler'de yapmışlardır. Veya bu Âyetler'i aynen değil, maksat ve meramlarını tek bir Hadis'te açıklamışlardır. Bir örnek olarak ele alırsak, bir Hadis'te kadının iddeti, yani hayzdan çıkma veya temizlenme müddeti üç gündür. Buradan çıkan sonuç, ya üç gün olup zâhirî bir ihtimaldir veya kadının takdirine göredir. İster zâhirî, ister takdirî olsun, biri gerçek, diğeri mecâzîdir. Şayet mecaz ise, bunu gerçeğe yakın bir te'vil ile de olsa, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz beyan buyurmamışlardır. Bazı kimseler, hayz ile temizlenme anlamına gelen sözün her ikisini de kadının gördüğü âdete yüklemişlerdir. Bundaki hikmet, kadının nikâhının sona ermesi, yani iddetinin meşru oluşu, hayz ile arttığı sebebiyle, burada tahkik sonucu iddetten şüphelenmemek kuvvet kazanmaktadır. Başka kimseler ise bu kelimelerin anlamını, kadınların hayz müddetinin kısa sürmesi, hayzdan çıkma yani temizlenmesinin kolaylığı, dolayısı ile son adetten çıktıktan sonra boşandığı eşinden sonra kendisine bakacak bir eşle evlenmesinde, hatta âdetinden kesilmesini sabredip beklemeden evlenmesinde, bir mahzur görmemektedirler. Bu iki hususu birbirinden ayırmak yeterlidir. Hak Teâlâ (CC), Bakara Sûresi 232. Âyet'inde ve Nisa Sûresi 19. Âyet'inde: "Kadınlara baskı yapmayın; onları, her hangi birşey için bilhassa geçinmede ve boşanmada men etmeyin" buyurmaktadır.
6- Bu kısımda zâhirî zan ve idrakte noksanlık gibi görüldüğünden, aslında açık, doğru ve sağlam bir mana taşımadığı gibi, yüklü bir mana da yoktur. Bu Âyetler'den istifade edilemez. Herhangi anlayışlı bir insan, bazı aklî ve naklî delillerle bu Âyetler'i zâhiren anlar gibi ise de, bu Âyetler'in hakiki anlam ve manasını Yüce Allah (CC)'tan gayrı bir kimse bilemez. Hakk Teâlâ (CC), bu Âyetler'in gizli yön ve manâlarını, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e kudsî Hadisler'le ve ilham yoluyla açıklamıştır.
Allah (CC)'ın bazı has kulları da bunları, Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'den öğrenebilir. Mesela bir Hadis'te:
"Allah (CC)'ın eli, sizlerin ellerinizin üzerindedir" buyrulmaktadır. Bu Hadis'in zâhiren anlamı, insanlarda olduğu gibi, Allah (CC)'ın da cismanî bir eli olduğu gibi gerçek olmayan bâtıl bir anlayıştır. Hâlbuki burada mecaz vardır. Aklen ve naklen bâtıl olduğu da Hakk Teâlâ (CC)'nın Şuara Sûresi'nin 2. Âyet'inden anlaşılmaktadır. Bu Âyet'te:
"O'nun hiçbir benzeri yoktur; O, hem işitir ve hem de görür" buyrulmaktadır. Bu Âyet'ten, Yüce Allah (CC)'ın cismanî bir yönü olmadığı anlaşıldığı gibi, bu konu Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e açıklanmış, O (SAV) da evliyalarına öğretmiştir.
7- Kur'an'ın bu kısımlarına bakılacak olursa, zâhiren ihmal edilmiş ve anlamsız gibi görünüyorsa da, bu zâhirî görünüş altında, âlemin en önemli hususları işaret edilmektedir. Bunları hiç kimse öğrenemez ve öğretemez; ancak Yüce Allah (CC) öğretirse, kişi öğrenebilir. Bu Âyetler'i, ancak sevgili Peygamber'i Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e kudsî Hadisler'le ve ilham yoluyla öğretmiştir. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem de bunları, ancak kendisine en yakın has kişilerden olan ve harf ilmine vâkıf bulunan Hazret-i Ali (KV) Efendimiz'e öğretmiştir. İşte bu anlaşılmaz kısımlar, Sûreler'in başlangıcı olan ve Sûre açıcısı olarak isimlendirilen, Arapça'da fevatihü-s suver diye adlandırılan kısımlardır. Meselâ "Elif, lâm, mim" keza "Kef, ye, ha, ayn, sad".
8- Bu kısmı, Allah (CC)'tan gayrı kimse bilmez. Bu kısım, Kur'an'ın bütün Âyetler'idir. Bunların her birinde gizlilikler ve incelikler vardır.
Kur'an'ın bu sekiz kısmından yukarda açıklanan ilk beş kısmı muhkemat, yani sağlam hükümler adını taşımaktadır. Son üç kısmı ise müteşabihat, yani benzerlikler adını taşımaktadır. Müteşabih Âyetler hakkında Hakk Teâlâ (CC), güçlü Kitabı'nın Al-i İmrân Sûresi'nin 7-8 Âyetler'inde:
"Sana Kitab'ı indiren O'dur; O'nun bir kısmı muhkem Âyetler'dir ki, bunlar, Kitab'ın aslıdır; diğer kısmı, müteşabih Âyetler'dir. Kalplerinde eğrilik bulunan kimseler, fitne maksadıyla, te'vil'e saparak kitabın müteşabih Âyetler'ine tâbi olurlar. Hâlbuki müteşabih olan Âyetler'in te'vil'ini Allah'tan başka kimse bilmez. İlimde rûsuh sahibi olanlar: 'Biz ona inandık; hepsi, Rabb'imiz katındandır' derler. Bunları, yalnız tam akıllılar yâd ederler. Onlar derler ki: 'Ey Rabbimiz! Bizleri doğru yola getirdikten sonra kalplerimizi oradan ayırma, bize Kendi ya-nında rahmet bağışla; istemeden bağışlayan sensin' " buyrulmaktadır.
Yukarıda geçen açıklamalarımızdan anlaşıldığına göre, Hakk Teâlâ (CC)'nın, sevgili kulu Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e, sağ olsa da olmasa da, yeniden ve eskiden, istese ve istemese de Kur'an-ı Kerim'de yazılı bu son üç kısmı öğretmiş olmasıdır. Hakk Teâlâ (CC), güçlü Kitabı'nın En'âm Sûresi 59. Âyet'inde:
"Gaybın anahtarı, O'nun yanındadır. Onları, O'ndan başka bilen yoktur; O, karada ve denizde ne varsa bilir. Yaprak düşmez ki, onu bilmesin, yeraltındaki karanlıklarda bir tane yaş, kuru hiç birşey yoktur ki, hepsi, apaçık kitapta bulunmasın" buyurmaktadır.
Keza güçlü kitabın Yâsin Sûresi 36. Âyet'inde:
"Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah, kusurlardan münezzehtir." buyrulmaktadır.
Kitap'ta, küçük büyük, ne yazılmışsa gerçektir. Burada açık kitap ve açık imandan maksat, Yüce Allah (CC)'ın ilmi, Levh-i Mahfuz ve azametli Kur'an-ı Kerim'dir. İmam-ı Ali (KV)'den naklen anlatıldığına göre: Bütün açıklamaların Kur'an-ı Kerim'de, özellikle Fatiha Sûresi'nde ve Fatiha Sûresi'nin de Besmele'sinde. Besmele'nin de B harfinde, B harfinin de noktasında bulunmakta olduğu, kudsî Hadisler'den anlaşılmaktadır.
Hakk Teâlâ (CC), Necm Sûresi 3.-4. Âyet'inde:
"O, arzusuna göre söz söylemez, O'nun sözü, kendisine vahyolunan bir vahiyden başka bir şey değildir" buyurulmuştur. Bu Âyet'te de Yüce Allah (CC), sevgili Peygamber'i Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in rasgele ve boş yere konuşmadığını ima etmektedir. Ne var ki bazı kimselere, ilmi doğrudan doğruya, Kur'an-ı Kerim'den öğrenme yolu kapalıdır. İnsanlardan Kur'an ilmini öğrenenler, bu ilmi çoğunlukla Hadisler'den, âlimlerden, evliyadan ve bazı ilmî vasıtalardan alırlar. Beşerin Âdem (yokluk), doğum, sabilik, gençlik, olgunluk (kemal), duraklama, ihtiyarlık ve sonra yine başta olduğu gibi Âdem devreleri nasıl mevcut ise şeriatların da zaman ve vakitlerde ve peygamberlikler sırasında bu devreleri vardır.
Âdem (AS)'den önceki zamanda insanlar mevcut olmadığı için şer-i hükme ihtiyaç yoktu. Bu sebeple gerçekçiler: "Şeriattan önce bir hüküm yoktu" demişlerdir.
Bir çocuğun evvelce olmaması, sonra doğması, gençlik, kemalât, duraklama, ihtiyarlık gibi devrelere kıyasla ezelde şeriatin olmayışı, daha sonra elçilerin gönderilmesi ile gelişmesi, gençlik devrini yaşaması ve Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz ile birlikte vefatına kadar, Nübüvvet ve şeriat kemal ve olgunluk devrini yaşamıştır. Nitekim Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, veda haccı hutbesinde: "Bugün dininizi tamamlayarak kemale getirdim" buyurmuştur. Böylece din kemal ve olgunluğa erişince, elçi ve peygamberlerin gönderilmesine lüzum kalmamıştır. Daha evvel anlatıldığı gibi, Allah (CC), Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'e kıyamete kadar bütün ahkâmı içinde toplayan Kur'an-ı Kerim'i indirmiştir.
İnsanların muhtaç olduğu şeylerin tümü bu kitapta yazılı olduğundan başka bir kitaba da lüzum kalmamıştır. Azametli Kur'an-ı Kerim, Arapça ve açık bir dille indirildiğinden, bu lisanı iyice öğrenip kavramakla Kur'an-ı Kerim'in zâhirî hükümlerini öğrenebiliriz. Bâtınî hükümlerini öğrenmek için evliyalardan, âlimlerden, taklitçilerden ve ferdî içtihad sahiplerinden faydalanılabilir. Bu kişiler, bu azametli kitabı beş kısma ayırmışlardır.
Ferdî serbest içtihad sahibi yararlı bir kimseden bütün hükümleri öğrenip almak mümkün olur. Yalnız bu gibi kimseler, kendi imamlarının usûl ve kaidelerinden çıkmak kudretini kendilerinde bulamazlar.
Mezhepler üzerinde içtihad sahibi kimseler, ilim yönünden derin bilgisi olup, imamlarının delil ve ispatları olan meselelerine vakıftırlar. Bu gibi kimseler, imamlarının söz ve hüküm kurallarından çıkmak kudretini kendilerinde bulurlar.
Fetva içtihad sahiplerine gelince, onlar, bir sözü veya fetvayı bir diğerine tercih ede-bilirler. Fakat imamının, insanların muhtaç olduğu ve delil olarak gösterdiği konuşmalarından ve tavsiyelerinden dışarı çıkamaz, bu sebeple hükmünün esaslarını imamından alırlar.
Kur'an-ı Kerim'in beş kısmından bu son üç kısmı eksik olduğundan, Kur'an ve Hadisler, kendilerine nisbeten imamların yazı ve açıklamaları olabilir. Halkın seviyesinin böyle bir açıklamaya gücü yetmeyeceği gibi, keza Kur'an ve Hadis'ten de bir şey anlamaya güç ve kudreti yetmez. Bunlar, çoğunlukla Arapçayı bilmeyenlerdir. Bu gibiler Kur'an ve Hadisler'i anlasalar dahi içtihadları onları, Kur'an ve Hadisler'in ancak dörtte bir basamağına çıkarabilir. Özellikle günümüzdeki âlimler gibi...
Şu cihet bilinmelidir ki, şer'î her hüküm, Allah (CC)'tandır. İnsanlar, bütün hükümleri, vasıtalı veya vasıtasız Kur'an'dan alıp faydalanmışlardır. Zira kıyas, delil, içtihat ve ispat gibi hususlar, Allah (CC)'ın hükümlerinin belirtileridir.
Başlığa Dön
KİTAP, SÜNNET, KIYAS, İCMA, İSTİDLAL
Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz veya içtihad sahibi bir kimse, kendi nefsince şerh ve hüküm koymuştur. Bu her iki usul için "hükme hibetmektir" demektedirler. Allah'ın veya Resulü'nün, takdir edenin, delil gösterenin hitabıdır diye söylemektedirler. Bu sebeple fıkha delâlet eden hükümleri veya açıklamaları beş kısma ayırmışlardır. Bunlar sırasıyla:
Kitap, Sünnet, Kıyas, İcma, İstidlal'dir.
Nübüvvetin sonucu olarak şahıs yüksek mertebeye varınca, hükümleri Yüce Allah (CC)'tan, melekleri vasıtasıyla, alabilir; içtihad ise şahsın bizzat kitap ve sünnetten alacak bir olgunluğa gelmesiyle olur. Bu da mezheplerdeki içtihadlar gibidir.
Tamlid veya bağımlılığa gelince, bir kimse bu türlü içtihadla, yani boynuna geçirdiği bağ ile hiçbir mertebeye erişemez. Bu gibi kimseler, hükümleri, insanların ağızlarından çıkan sözlerden alırlar. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: İçtihad ve taklid, hissidir. Diğer ikisini inkâr edenler, bu iki hükümdeki murad ve maksadı bilemezler. Onları bilecek olurlarsa, şeriat ve risalet, bunca vakit içinde, özellikle Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in vefat ettiği sıralarda hangi kemal mertebesine erişmiştir? diye sorabiliriz.
Ne var ki, her kemalin bir zevali vardır hükmüne göre, özelllikle o vakitler nübüvvetin tamamıyla bağışlanmasına lâyık bir kimse yok idi. Fakat bir yönden hicretin ikinci asrının sonlarına doğru serbest içtihad sahibi kimseler vardı. Bu tarihten sonra İslâm'ın üzerine fıskın, bid'atın ve küfrün karanlık örtüleri örtülmüş, kalplerdeki yumuşaklık kaybolarak yerini sertlik ve kabalık almış, böylece bu artış giderek kilitli ve köstekli hür içtihadçılığa dönüşmüş, daha sonra mezhepler içtihadına dönüşerek, en sonunda da fetvacılık, taklitçilik ve hileye dönüşmüştür.
İslâm'ın hakiki kaide ve asılları peyderpey azalarak, dünya üzerinde bir Müslüman kalmayınca kıyamet kopmuş olur. Şimdi evliyaların ne sebepten dolayı kalplerini temiz tutmakta gayret gösterdiklerini ve nefisleriyle mücahede ettiklerini anlamaktasınız. Nefislerini tezkiye, yani temiz tutmakta ısrarlı olduklarından, içtihadları kesinlikle kıyamet gününe kadar devam etmiş olur.
Yüce Allah (CC), bazı zâhirî bilginlerin kalplerini temiz ve pak ederek, fetva içtihadlarını onlarda bâkî kılmıştır. Buna göre şöyle diyebiliriz: Elçi ve peygamberler, Allah (CC)'tan gelenler menzilesindedir. Kitaplar ise kapıcı seviyesindedir. Kitaplar, elçiler ve peygamberler, serbest içtihad sahiplerine nisbetle, Allah (CC) kapısının kapıcıları gibidirler.
Serbest içtihad sahibi, taklitçiye; taklitçi, içtihad sahipleri, fetvacılara; fetvacılar, asi ve hilecilere nisbeten eksikliklere sahiptir. Bu eksiklik, kutsal alanlara hükümleri almak için gelenlerin eksikliğinden ileri gelip, Allah (CC)'ın, Peygamber'in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve içtihad sahiplerinin eksikliklerinden değildir.
Şayet kitaplar ve vahiy olmasaydı, peygamberler de bunlarsız olmazdı. Şayet peygamberler olmasaydı, serbest içtihad sahipleri, bunlarsız kudret sahibi olmazdı. Böylece serbest içtihad sahipleri olmasaydı, mezhep içtihadçıları, dolayısıyla fetva içtihadçıları ve diğerleri olmazdı.
İşte son olarak bunları yazıp toplayabildik. Allah (CC)'tan dileğimiz, bunları, bizlerden kabul etmesidir. Müslümanlara faydalı kılmasını, dalâlete, yani sapıklığa düşenleri bu kitapla doğru yola yöneltmesini Yüce Allah'a arz eder; Allah (CC)'ın bir Allah olduğuna, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in O (CC)'nun sâdık kulu ve peygamberi olduğuna şehadet ederim. Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'le birlikte bütün kardeş peygamberlerine, sâdıklara, şehitlere, sâlih kullarına Allah (CC)'ın salât ve selâmı olsun...
Ey Allahım! Kapalı kapıların açıcısı, kendisinden önce gelenlerin sonuncusu, gerçeğin yardımcısı, doğru yolun rehberi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Muhammed'e, O (SAV)'nun âl ve iyaline, ehl-i beytine, eshabına, kadrini bilenlere selât ve selâmlar olsun. En son duamızda, Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah (CC.)'a hamd-ü senalar olsun.
Başlığa Dön
|